Şiirler

  • Zor Olacak ki

    Zor olacak ki,
    Kıymeti olsun emeğin,
    Kutsallığı olsun dökülen terin,
    Neyse bütün çabaların, gayretin,
    Tüm ruhunla, bedeninle sahiplendiğin,
    Bir anlamı olsun elindekinin.

    Zor olacak ki,
    Kıymeti olsun aşkın, sevginin,
    Kaç zaman ayrı kalıp,
    Uzaktan hasret çektiğin,
    Yüreğinde alev kapanı, bitmek bilmez özlemin,
    Bir anlamı olsun sevmenin, sevilmenin.

    Zor olacak ki,
    Vazgeçilmez olsun hak sahipliğin,
    Değeri olsun hakların,
    Uğruna verilen kavgaların,
    Hatta umursamadan canı,
    Dökülen her bir damla kanın,
    Bir anlamı olsun sahip olduklarının.

    Zor olacak ki,
    Şükrü olsun kavuşmanın,
    Bırakıp giderken gurbete,
    Yanarken ayrılığın hasretiyle,
    Her gün düşlerken özlemle, sevgiyle,
    Bir anlamı olsun bağlanmanın.

    Zor olacak ki,
    Kıymeti olsun başarmanın,
    Çıktığın merdiven basamaklarının,
    Adım adım geçtiğin engellerin, yolların,
    Yük değil sırtında, sakın inancını, umudunu kırma,
    Vardığın zaman hedefine,
    Bir anlamı olsun harcadığın zamanın.

    Zor olacak ki,
    Sahip olduğun değerlerin, kadri kıymeti bilinsin.
    Yoksa zahmetsiz, emeksiz, tersiz, elde ettiklerin
    İzmir çiğdemi gibi çitlenir de
    Sadece izlersin…

  • Hiç Sordun mu Kendine

    Hiç sordun mu kendine?
    Bu Dünyaya niye geldim diye
    Merak ettin mi hiç?
    Bu ömür, bu hayat, bu yaşam,
    Yaşanılan her bir şey, her bir an,
    Dile gelen her bir söz,
    Göze düşen her bir bakış,
    Yüreğine vuran her bir duygu,
    Merak ettin mi hiç?
    Kim için, kime?

    Hiç sordun mu kendine?
    Kırılan her kalp, her gözdeki hüzün,
    Bir neden aradın mı arkasında?
    Bir aşkın kaybolduğu,
    Bir umudun sığındığı
    O soğuk gecelerde,
    Yalnızca seni bekleyen ne vardı?
    Ve kim bekliyordu seni, kim?

    Hiç sordun mu kendine?
    Bir adım attığında,
    Diğer adım ne zaman gelir?
    Yaşam, bir uçurum mu,
    Yoksa sarhoş bir deniz mi,
    Dalgalar arasında kaybolan bir gemi,
    Sen mi kaptansın, yoksa yolcu mu?
    Kim için, kime?

    Hiç sordun mu kendine?
    Bir çiçeğin solduğu an,
    Bir yıldızın söndüğü gece,
    Ve sen,
    Hiç sorgulamadan,
    Bir gizemin içinden geçerken,
    Bütün dünyaya sorar mıydın bir soru?
    Hangi cevaba uyanmak ister fani can?

    Hiç sordun mu kendine?
    Nasıl durdurursun zamanı,
    İçinde kaybolan her anın içinde
    Bir ömür var mı?
    Bir ışık var mı bekleyen,
    Bir bekleyişin ardında?
    Bir kulak, senin adını duyan
    Ya da bir söz bir yüreğe dokunan?
    Her şeyin en derin yeri burada mı?

    Hiç sordun mu kendine?
    Bir rüyanın ardında kaybolurken,
    Gerçekten uyandın mı?
    Ve içindeki sükûnet,
    Seni mi bekliyor gerçekten,
    Yoksa, bir hüsran mı gizli her köşede?
    Bir serap mı seni sürükler peşinden?

    Hiç sordun mu kendine?
    Her çığlık, her sessiz haykırış
    Bir başka dünyaya açılan kapı mı?
    Ve her kaybolan an,
    Yitip giden bir iz mi?
    Bir gecenin koynunda,
    Uyanırken rüya mıdır gerçek,
    Yoksa hayal mi yaşar senin içinde?

    Hiç sordun mu kendine?
    Bir şehrin sokaklarında kaybolan,
    Bütün umutların ardından sürüklenen,
    Kimdi seni bekleyen, kimdi?
    Bir yürek atarken sende,
    Bir başka yürek sessiz mi kalır?
    Her şeyin ardında kim vardır?

    Hiç sordun mu kendine?
    Bir adım daha atmak ne demek?
    Geriye bakmadan,
    Düşler mi peşinden gelir,
    Yoksa geçmişin bağları mı?
    Ve her sorunun cevabında,
    Bulur musun huzuru gerçekten?

    Hiç sordun mu kendine?
    Zamanı nasıl durdurursun?
    Bir ömür var mı, her anın içinde kaybolan?
    Bir ışık var mı, bekleyen?
    Bir söz var mı, bir yüreğe dokunan?

  • Yaşıyoruz

    Yaşıyoruz!
    Kimi zengin, kimi fakir.
    Yaşıyoruz!
    Kimi mutlu, kimi küskün.
    Yaşıyoruz!
    Kimi hasret, kimi gurbet.
    Yaşıyoruz!
    Kimi küfür kıyamet,
    Kimi şükür hidayet.
    Yaşıyoruz!
    Kimi bata çıka,
    Kimi güle oynaya.
    Yaşıyoruz!
    Kimi bir eli yağda, bir eli balda,
    Kimi gelmez iki yakası bir araya, hep eli darda.
    Yaşıyoruz!
    Kimi keyfe keder,
    Kimi kurşun asker.
    Yaşıyoruz!
    Kimi salmış şen şakrak,
    Kimi isyanda ısırır dudak.
    Yaşıyoruz!
    Biraz öyle, biraz böyle,
    Biraz sesli, biraz sessiz,
    İstesek de, istemesek de,
    Nedenini, nasılını bilmeden,
    Ama en çok da
    Mecburiyetten,
    Kimi yaşıyor,
    Kimi yaşamaya çalışıyor…
    Yaşıyoruz!
    Bir sorunun peşinde.
    Tüm değerler yıkılmış,
    O utanası kavgaların izinde.
    Ne akıl, ne vicdan kalmamış!
    Ölü toprağın içinde,
    Bereket fakiri insanların gölgesinde,
    Yaşadığımızı sanıyoruz.

  • Şüphe Çemberinde İnsan

    Sisler içinde kaybolan bir yüzün,
    zamana inat belirsiz çizgilerle varlığını sürdüren gölgesidir insan,

    Ve aynalar;
    Kırık bir rüyanın suya düşen yankısı gibi, yüzünü tanımaz hâle
    geldiğinde başlar şüphe.
    Kim olduğunu, nerede başladığını, hangi zamanın içinde hangi bedene
    sığdığını unutmuş bir hatıradır artık.

    Ve hatıralar;
    Bir sarnıcın dibindeki çamurlu, çürük su gibi bulanık, ama bir o kadar
    da inatçıdır bellekte.
    Sonsuz bir tünelin içine sıkışmış, ışığına inanıp inanmadığı bir
    lambanın titrek alevinde yol arayan bir gezgindir.
    Oysa yollar hep kendine döner, insan en çok kendi içine düştüğünde
    yabancıdır kendine.
    Adımlarını attıkça, toprağa mı basıyor yoksa boşluğa mı sürükleniyor,
    bilemez artık.
    Çünkü dünya, gökyüzüne asılmış ters bir şehir gibi, baş aşağı durur
    zihninde.
    Gözlerini kapadığında gerçeğin ne olduğuna dair şüpheyle titreşen bir
    melodidir aklında yankılanan.
    Bir kuş kanadının rüzgârdaki tereddüdü kadar kısa, bir dağın zirvesinde
    yankılanan sessizlik kadar uzundur anlar.
    Sesleri vardır, fakat yankıları dönüşür, kendi kendine çarpan gölge
    kelimelere.

    Ve her cümle;
    Başladığı yerde mi biter, yoksa hiçbir zaman başlamamış mıdır, kim
    bilir?
    Aynalara sorar da cevap bulamaz varlık.
    Zaman, kelimenin içine hapsolmuş anlam gibi sıkışır kalır.

    Ve boşluk;
    Kendi içinde şekil alan, hiçliğin avuçlarında eriyen bir mermer heykel
    gibi fısıldar ona:
    “Sen kimsin?”
    Kendi adını söylediğinde bile yankısı tanıdık gelmez kulağına,
    Çünkü bir isim, bir ağızdan çıktığında hâlâ ait midir ona, yoksa çoktan
    uçup gitmiş midir rüzgârın kanatlarında?
    İnsan, şüpheyle uyanan, şüpheyle uyuyakalan, rüyasında bile kendinden
    emin olamayan bir göçebedir,
    Düşlerinde yürüdüğü yollar, uyanınca ayaklarının altında kaybolan kaygan
    taşlara dönüşür.
    Kendi sesini tanımayan bir ozanın unuttuğu şiir gibi zihninde anlamlar
    silinir.

    Ve belki de asıl hakikat;
    Kim olduğunu sorgularken, bir hiç olduğunun farkına varmaktır.
    Fakat hiçlik bile bir anlam taşır bazen, içi boş bir çanağın hâlâ şekli
    olduğu gibi,
    Bir gölgenin var olması için ardında bir ışık gerektiği gibi.

    Ve insan;
    Neyin peşinde koştuğunu bilmeden adımladığı bu yolda,
    Şüphenin, kendisinden bile şüphe etmeye başladığında, en çok işte o an,
    Gerçeğe yaklaşır.

  • Buz Mavisi Gözlü Oğlum

    Canım oğlum,

    O güzel gözlerin…

    Bir bahar sabahı kadar güzel,

    Bir kış gecesi kadar derin.

    Her tonu sende mavinin,

    Gökyüzünün ve denizin.

    Senin bakışların zamanın sertliğini yumuşatıyor.

    Söküp atıyor tüm bilinmezlikleri.

    O kadar temiz ki gözlerin,

    İçinde kayboluyorum.

    Her kaybolduğumda,

    Seni biraz daha buluyorum.

    Uyurken nefesini izliyorum.

    O küçücük göğsün usulca inip kalkıyor.

    Bir tüy kadar hafif,

    Ama dünyayı değiştirecek kadar güçlü.

    Korkularımı senin için bırakıyorum,

    Gece boyunca düşlerini bekliyorum.

    Büyüyeceksin.

    Zamanla ellerin benden uzaklaşacak,

    Ama gözlerin hep mavi kalacak.

    Bir gün, uzaklara gideceksin.

    O zaman bil ki, kalbim hep seninle atacak.

    Adını koyarken kucağımda,

    İlahi bir sevgi vardı,

    Bana bir umuttu küçük ellerin,

    Bir ilahi dayanaktı.

    Hatırla oğlum,

    Hani seninle gezdiğimiz,

    Ellerimizin kenetlendiği,

    İçimizdeki kopmaz bağın atıldığı,

    O dar sokaklar…

    O sokaklardaki kaldırım taşları,

    Hatıralarla dolu, hem de dopdolu…

    Sen bana bir anlık mesafedesin,

    Bense -sen-im.

    Gören gözün, atan yüreğinim.

    Nefes alırken bile,

    Nefes alan sensin,

    Çarpan yüreğin benim.

    Ve ben,

    Her adımında seni takip edeceğim.

    Rüzgârın kokunu savurduğu yerlerde,

    Dağların zirvelerinde,

    Denize açılan ufukta…

    Hangi yola gidersen git,

    Ben seni o mavide bulacağım.

    Çünkü gözlerin,

    Bir ömür sığmayacak kadar derin.

    Bir babanın seveceği kadar büyük.

    Ellerin küçücük ama geleceğin büyük.

    Sen yürürken arkandan dua ediyorum.

    Rüzgârı yanına, ışığı yoluna katıyorum,

    Her an, her zaman.

    Ve ne zaman gökyüzüne baksam,

    Bil ki; sesin, nefesin, sevgilerin

    Hep benimle.

    Oğlum!

    Buz mavisi gözlü,

    Şefkatli, masum oğlum…

  • Eski Mahallenin Çocukları – Balat’lı Ali’ye –

    Balat’ın cumbalı evleri altında,

    Zamanın unuttuğu taş sokaklarda,

    Koştururduk top peşinde,

    Dizlerimizde yara, gözlerimizde gülüş.

    Hatırlar mısın, iri yarıydık seninle.

    Ama en çok yüreğimiz büyüktü,

    Misketlere renk veren çocuklardık,

    Hayalin mavisini serpmişiz hayata.

    Bir köşe başında anneler seslenirdi,

    “Akşam oldu, artık gelin!”

    Ama biz, turuncusunda gün batımının,

    Son topa, son gülüşe direnir,

    İnat ederek, gecenin sessizliğine,

    Ay ışığında da oynardık hayallerimizle.

    İmam Hatip’in bahçesinden

    Tahta aşırıp, yokuşlarda kayarken,

    Kış gecelerinin soğuğunda,

    Tek şey dostluğumuzdu, içimizi ısıtan. 

    Hiç kız arkadaşımız olmadı,

    Sevgiyi birbirimize anlattık biz,

    Dertlerimizi gözlerimizden okuyarak, sessizce büyüttük.

    Ve bazen bir çınar ağacının gölgesinde

    Yorgunluğumuzu sırt sırta verip unuturduk,

    Dünyanın yükü omuzlarımıza binmeden önce,

    Çocuk kalmanın ne güzel şey olduğunu, bilir miydik o zamanlar?

    Bilmez miydik!

    Akşamlar Yeşilova kıraathanesinde,

    Bilardo toplarında dönerdi zaman,

    Tavla zarında umutlar,

    Kâğıtlarda, belki de yazılmamış hikayeler.

    Hayatın kavgası bastırınca ayrı yollara düştük,

    Ama rüzgâr hangi yandan esse, kökümüz aynı topraktı bizim.

    Gecenin sessizliğinde bazen, aynı yıldızlara bakıp düşünürdük,

    “Acaba yarın hangi yol bizi çağırır?”

    Ve bilirdik,

    Hangi yoldan geçsek de,

    Varacağımız liman yine o eski dostluk.

    Sonra…

    1986 İstanbul’dan çıktık yola,

    Efe rüzgârı gibi Akdeniz kıyılarına,

    Çanakkale’nin serin sabahlarına,

    Trakya’nın uçsuz bucaksız gecelerine.

    Bisküviyle yaptık kahvaltılarımızı,

    Çadır yırtıldı Gıdı Mehmet dikiş tutturamadı,

    Ama dostluğumuzun kumaşı hiç yırtılmadı.

    Akçakoca’nın dalgaları gibi

    Parayı denkleştirip ödedik, o kaçtığımız kampı.

    Vicdanımız tertemiz, gülüşlerimiz kadar berrak.

    Bir sabah Ayvalık’ta güneşle uyandık,

    Bir akşam Fethiye’de yıldızlara daldık,

    Her rüzgârda saçlarımızda aynı şarkı,

    “Biz buradayız, dostuz, sonsuza dek.”

    Ve unutur muyuz Kamburun yerini,

    O eski tahta masalarda, birer kadeh rakı gibi demleniriz hatıralarda,

    Göz göze gelince susar, sonra bir kahkaha patlatırız,

    Eskiden kalma yaramaz çocuklar gibi.

    Balık kokusu, limon dilimi,

    Ve o bahçede asılı kalan,

    Bir ömrün en güzel günleri…

    Garson Kambur abi hâlâ bilir bizi,

    “Hoş geldiniz çocuklar” der,

    Oysa artık hepimiz kırlaşmışız,

    Ama onun gözünde hâlâ

    Yokuşlardan kayan o çocuklarız.

    Bir tabakta beyaz peynir,

    Bir avuç kalamata zeytini,

    Masada önce sessizlik, sonra içli bir türkü,

    Biri başlar:

    “Ah be kardeşim, ne günlerdi…”

    Diğeri tamamlar:

    “Bir daha mı gelir o günler geri?”

    Ve o an,

    Zaman Kamburun masasında donar,

    Dalgalar duvarları döverken

    Biz hâlâ Balat’ın çocukları oluruz yeniden.

    Hâlâ gider, hâlâ otururuz,

    Her yudumda geçmişi içeriz,

    Her gidişimizde dostluğu tazeleriz.

    Takoz İbrahim, Gıdı Mehmet,

    Karagümük’lü Hüseyin, Erkek İbrahim,

    Deli Ali, Önder…

    Biz altı çocuk, altı adam,

    Zamanın elinden tutarak büyüdük.

    Hayat savurdu belki herkesi,

    Ama biz, aynı dalda sallanan,

    Aynı rüzgâra direnen,

    Sevgiyle, sadakatle, tutkuyla

    Kardeş kalan, yapraklar olduk.

    Birlikte kuruduğumuz ateşlerin

    Küllerini hâlâ saklarız içimizde,

    Ne zaman bir araya gelsek,

    O ateş yeniden yanar gözlerimizde.

    Şimdi hâlâ o kahvelerde buluşuruz,

    Eskileri ararız çayın dumanında,

    Yeniden çocuk oluruz her hatırada.

    Balat’ta kalan sesler gibi

    Sokaklara karışır gülüşlerimiz.

    Biliriz ki,

    Bazı dostluklar,

    Zamana değil,

    Kalbe yazılır.

    Ve biz hâlâ,

    Bir gün eksilmeden buluşmanın

    Dualarını taşırız içimizde,

    Bir dost elinin sıcaklığında

    Bütün geçmişi yeniden yaşar,

    Gözlerimizin derinliğinde

    O kayıp çocukları buluruz.

    Çünkü dostluk,

    Bir kez düştü mü gönül tahtına,

    Ne zaman söker, ne fırtına,

    Ancak hayatın son durağı,

    Çözer, o kördüğüm bağı.

  • Öyle Zamanlar

    Giyilmişse aşka keder,
    Değmişse masumiyete kem göz,
    Geçilmişse yardan, serden,
    Düşmüşse yollara küskün beden,
    Çöldeki mecnun misali,
    Böyle zamanlarda yalnız yürür insan.

    Kokusuz çiçekler,
    Köksüz fidanlar,
    Bulutsuz gökyüzü,
    Yağmursuz sonbahar
    Susuz kalmış topraklar,
    Kurumuş kalp misali,
    Böyle zamanlarda yalnız yürür insan.

    Sönmüşse ayazda sobalar,
    Kurulmuşsa azıksız, katıksız sofralar,
    Haramlar helal, helaller haram,
    Haramilere isyan misali,
    Böyle zamanlarda yalnız yürür insan.

    Galebe çalmışsa cehalet akla,
    Olmuşsa ayaklar baş, başlar ayak,
    Kutsanmışsa mal, mülk, para,
    Yağma, talan, kayırma kol kola,
    Edepsizlik baş tacı yapılmışsa,
    Görmeyen göz misali,
    Böyle zamanlarda yalnız yürür insan.

    Görülmüşse şefkate zulüm,
    Çekilmişse ipi masumiyetin,
    Hayasızca, ahlaksızca,
    Atılırken iftiralar bir cana,
    Dostlar, arkadaşlar susmuşsa,
    Bürünmüşse vicdanlar karalara,
    Ölüm duadır böylesi yalana,
    Yaşama isyan misali,
    Böyle zamanlarda yalnız yürür insan.

    Bitmişse gidilecek yol,
    Ne yakın, ne de uzak.
    Tükenmişse alınacak nefes,
    Çekilmişse arkadaşlar, dostlar, el ayak,
    Ne bir arayan, ne de bir soran,
    Kefen giymiş can misali,
    Böyle zamanlarda yalnız yürür insan.

  • Daha Sobelenmedim

    Ufak çocuk,

    Bir gün ağaca yüzünü kapadı.

    Ve başladı saymaya,

    Hayatla sobecilik oynamaya.

    Ağır ağır saydı rakamları,

    Her bir rakama bir yıl oyalandı.

    Sadece gözleri karanlıktaydı.

    Bilinmez olan yaşam ise,

    Arkasında.

    Arkası dönük,

    Gözleri kapalı,

    Karanlık olan ağacın kavuğuydu.

    Sadece saydı, saydı, saydı…

    Arkasından geçen zaman,

    Ona sobe diyene kadar,

    Hiç, ama hiç dönmedi.

    Bir kez olsun,

    Dönüp bakmadı.

    Denedi bazen,

    Bitireyim diye saymayı.

    Ya cesaret edemedi yüzleşmeye,

    Ya da hazır değildi,

    Gerçeklerin sobelemesine.

    Bir dünya kurmuştu,

    Küçük yaştan itibaren.

    Oyun oynuyordu hayatla,

    Ta ki,

    “Önüm, arkam, sağım, solum sobe…”

    Diyene,

    Ve gerçek oyunla,

    Yüzleşene kadar…

  • Düşenler

    Bir sabah uyanıp erkenden,
    Çıktım dışarı.
    Henüz ortalık karanlık.
    Canlı, cansız, her şey siyah beyaz.
    Daha adım atar atmaz,
    Gözüme takıldı.
    Bir çocuk!
    Eli, yüzü kirli,
    Çamurlanmış elbisesi,
    Kesik kesik nefesi, kısık sesi,
    Gözleri yaşlı, ağlamaklı,
    Belli ki yere düşmüş.

    Biraz ötede, çıkmaz sokağın hemen başı,
    Elinde şarap şişesi,
    Perişan halde üstü başı,
    Nefesi; boğuk mu boğuk, hırıltılı,
    Yatmış yere, sırtı duvara dayalı,
    Döşeği; ıslak parke taşları,
    Yorganı, yağmur bulutları.
    Muhtemel, yok arayanı soranı.
    Bir adam!
    Sokaklara düşmüş.

    Eski barakanın önünden,
    Hızlıca geçerken,
    Sokağa vuruyor,
    Bir lambanın kısık ışığı,
    Camı kırık pencereden.
    Sesler geliyor içerden;
    Birkaç sarhoş ve onların eğlencesi,
    Bir kadın!
    Ortalık olmuş hayatını,
    Unutmak için,
    Attığı kahkahalar, sessiz ve derin.
    Sağlı, sollu raksederken,
    Sesli gülmelerdir insanı kahreden.
    Kim bilir,
    Bu hayata nasıl düşmüş.

    Az ileride, fırından koşarak çıkan;
    Yarım ekmek elinde,
    Otobüs durağına koşan,
    Eskimiş paltosu üstünde,
    Yırtık siyah cızlavet ayağında,
    Bir genç!
    Daha gün ağarmadan,
    Nan-ı Aziz kavgasında, yollara düşmüş.

    Mesken tutmuş yokuşun başını,
    Üstünde ince bir ceket, elinde bastonu,
    Biraz hırpani, biraz kirli,
    Karışmış saçı, sakalı,
    Zayıf mı zayıf, yıkılacak üflesen,
    Ayakta zor duran,
    Bir yaşlı!
    Daha sabahın zifiri karanlığı,
    Gelip geçene el açmış,
    Onlarda da var mı, yok mu bilmeden,
    Günü kurtarmanın telaşına düşmüş.

    Her gün, her sabah,
    Şehrin sokaklarında,
    İyilikle kötülük arasında,
    Bir kısa yolun arafında,
    Sayısız hayat, sayısız kavga,
    Kimisi onursuzca, hayasızca,
    Kimisi kavganın tam ortasında,
    Dillere düşmüş.

    Aklımda bin bir düşünce.
    Düşünceler düşüyor her gece.
    İnsanlık düşmüş, insanlık yerlerde.
    Gördüklerim…

    Bir rüya olsa keşke.
    Gözlerimi usulca açsam,
    Bir de baksam,
    Hepsi birer karabasan.
    Hiç yaşanmamış,
    Sanki birer düşmüş.

  • Tohum

    Bir tohum düşer toprağa,
    Muhtaç bir damla suya,
    Belli bir zaman sonra,
    Toprak taşar, ulaşır fidana.
    Tıpkı, biten bir yolun sonunda,
    Kalmış gölgeler gibi,
    Bedenler, çıkmaz sokakta.

    Haydi,
    Gel gidelim,
    Yazının olmadığı beyazlara,
    Siyahın bilinmediği topraklara.
    Uçmak sadece, olsun rüyalarda,
    Kanatsız ama bir o kadar cesurca.
    Yüksekler olsun köle;
    Sürtmeyen, sürçmeyen,
    Ayaklara, dillere,
    Başlar dik, onurlu yüreklere.
    Bilinmesin adımız.
    Sözümüz gözlerimizde.
    O da sadece,

    Gözyaşlarımız döküldükçe,
    Çamurlarda parlasın.
    Okuyanlar körpe,
    Yaşlı ruhlarıyla.

    Bu toprakların cesur evlatları;
    Ki onlar,
    Toprağı kadar kadim
    Ve Onlar yüzlerce, binlerce,
    Kadim korkuların cellatları.
    Ellerinde masumluğun,
    Aşkların ve umutların kılıçları.
    Yıldırımlara binmiş bedenler,
    Henüz erkenden, vakitlice,
    Bir sakin çığlık göklere yükselince,
    Gelecekler;
    Binlerce,
    On binlerce,
    Yüz binlerce.