Şiirler

  • Su Gibi

    Su gibi ol bu Dünyada.
    Hiç bir zaman durma.
    Nefesine, buhurdan tut güllerden.
    Saf ve berrak akıt sözlerini,
    Duyanlar geçsin kendinden.
    Huzur ver sesinle,
    Sakınsınlar seni,
    Nazarlardan, kem gözlerden.
    Sesini dinlet sevdiklerine,
    Ama samimi, ama içten.
    Duyduklarında, bilsinler seni.

    Su gibi ol bu Dünyada.
    Yılma hiç bir engelde.
    Ne atılan taşlardan,
    Ne bed sözlerden,
    Ne de kıran zanlardan.
    Dolan etraflarından,
    Yol bul kendine.
    Akacak bir yatak bul.
    Ama sakin, ama serin.
    Akarken, duysunlar seni.

    Su gibi ol bu Dünyada.
    Atılsa da çamurlar üstüne,
    Ağır ağır çökert içinde.
    Kapanmaz yara açılsa da yüreğinde,
    Ama saf, ama temiz,
    Sabret, duru kal şefkatinle.

    Su gibi ol bu Dünyada.
    Seninle kansınlar susuzlukta.
    Hayat bulsunlar,
    Çorak, kurumuş yaşamlarında.
    Saflığı, temizliği görsünler,
    Kararmış dünyalarında.
    Huzur bulsunlar.
    Ama candan, ama yürekten,
    Selamını her aldıklarında.

    Su gibi ol bu Dünyada.
    Yeşert bütün ümitleri.
    Can bulsunlar,
    Damla damla, besle özlemleri.
    Bitir aşıkların hasretlerini,
    Kavuştur, kavuşamayan elleri.
    Ama berrak, ama coşkulu,
    Sevgiyle, can suyu ol yarınlara.

    Su gibi ol bu Dünyada.
    Nefreti, öfkeyi, kat sel suyuna.
    Taşlaşmış yürekleri yıka yıka,
    Sevgiye, tutkuya vurulan
    Bentleri aşa aşa.
    Çağlayarak taşı bütün umutları,
    Dolu dolu taşarcasına.

  • Kabullenmek

    Kabullenmek!
    Zor değil,
    Çıkmazlarda kaybolurken,
    Gidilecek yönü şaşırıp,
    Geri dönüşün çaresizliğinde,
    Tekrar ve tekrar, yeniden başa dönmek.

    Kabullenmek!
    Bildiğin halde tüm gerçeği,
    O adımı atmak varken,
    Nasıl bir saçma gururun girdabında,
    Kaybolduğunu hissetmene rağmen,
    Bekleneni söylememek.

    Kabullenmek!
    Hiçbir zaman galibi olamayacak,
    O sonsuz gücün karşısında,
    Egonun beyhude boşluğunu,
    Biraz hüzün, biraz acıyla,
    Derinlerde bir yerlerde,
    Pişmanlık dolu hayata, ağıt yakarak,
    Ah ile vah ile, çaresizce anlamak.

    Kabullenmek!
    Ne çıkarken yola,
    Dönüp bakmadan arkana,
    Ne de ayak basmadan,
    Yoluna çıkarılan taşlara,
    Varsın olsun, dövülür demir tavında,
    Atabilmeli; kirli sesi, küskün sözü, kulak arkasına.

    Kabullenmek!
    Başlarken hikayeni anlatmaya,
    Şaşırmadan dinleyenlerin çokluğuna,
    Doğrularla yanlışların dürüst,
    Ve bir o kadar cesur toplamında,
    Son paragrafta yalnız kalsan da,
    Yine de dinletebilmektir seni sana.

    Kabullenmek!
    Çoklarla azların sayılamadığı zamanlarda,
    Sıvası dökülmüş, boyasız duvarların arkasında,
    Alınan her nefese şükrederek, bir gün daha,
    O sefil gevezeliklere, katlanarak yürümek.

    Kabullenmek!
    Payelerken, sahte ortamların beyliği uğruna kendini,
    Tembel ve isteksiz barış güvercini,
    Korkak ve tavizkar toplumun bireyi,
    Sahte ve sinsi dünyanın kirlenmişliği
    İçinde, yaşadığını bilmek.

    Kabullenmek!
    Nihayetinde,
    Yaşadığın ve yaşattığın,
    Toplam evetlerin ve hayırların,
    Ya da nedenlerin ve sonuçların,
    Çaresiz ve düşkün kararsızlığında,
    Her şeyin insana ve hayata,
    Ait olduğunu anlayarak,
    Devam etmek.

  • Vakit

    Vakti var, saati var…
    Toprağın
    Taşı karılmadan, otu atılmadan,
    Doğala özdeş sahtekarlıklar karıştırmadan,
    Emeğe, alın terine gözler kapanmadan,
    Can yoldaşı
    Kuzey yosunları ağaçların,
    Toprak kokan kucağında
    Uyanmadan, ıslak baharların
    Zamanı var, sırası var,
    Sürülmesine toprakların.

    Vakti var, saati var…
    Renkler
    Doğarken güneşin rahminde,
    Ab-ı Hayat sırtında bulutların,
    Düğün, dernek, halay başı damlaların,
    Dereler, nehirler,
    Döşeği olmuş yağmurların,
    Zamanı var, sırası var,
    Ekilmesine tohumların.

    Vakti var, saati var…
    Ağıtlar, feryatlar, gök sesli kara bulutların,
    Duyulmaz artık nicedir
    Yankıları.
    Bu topraklarda türkülerin, şarkıların,
    Isıtmaz artık nicedir
    Solukları.
    Üzengileri kopmuş,
    Nalınsız ayaklı, eğersiz atların,
    Zamanı var, sırası var,
    Kök salmasına fidanların.

    Vakti var, saati var…
    Sabır tenceresinde,
    Göz yaşlarıyla taş kaynatan anaların,
    Sigara kağıdına sarılmış,
    Tütün kokulu hayalleri babaların,
    Rüzgârsız, dalgasız denizlerde
    Sessizce giden, küreksiz sandallarda
    Bekleyen çocukların,
    Zamanı var, sırası var,
    Yeşermesine umutların.

    Vakti var, saati var…
    Bitmesine kavgaların,
    Susmasına çığlıkların,
    Sarılmasına kolların,
    Temizlenmesine ruhların.
    Zamanı var, sırası var,
    Gelecek elbet vakt-i merhun.

  • Yeşillerin Çocuğu

    Binlerce yıl önce doğdum ben.
    Güneşin, tam da denizin üstünden
    Tüm ışığını saçtığı ormanın,
    Boy boy ulu çınarların,,
    Gölgesi altında uyurken;
    Evlerimiz ağaçtan ve üstü kalın otlarla kaplıyken,
    Mevsimlerin ardı sıra koşan,
    Yeşillerin çocuğuyum ben.

    Binlerce yıl önce doğdum ben.
    Kirlenmemiş bir hayatın,
    Birlikte ve cesur yüreklerin,
    O kutsal ve önünde eğilesi çabaların,
    Yeşerttiği Dünyanın çocuğuyum ben.

    Binlerce yıl önce doğdum ben.
    Henüz körpe fidanların
    Yaprakları, dalları yeşermeden,
    Komşu ovaların toprağı kıskanırken,
    İri iri gövdesi kalın;
    Bir ordu gibi hepsi atlarına binmiş,
    Yağmurlara karşı kollarını açmış,
    Dörtnala koşan,
    Yeşil bulutların çocuğuyum ben.

    Binlerce yıl önce doğdum ben.
    Gökkuşağının yosun tutmuş renkleri,
    Adanmış, artık bir yurdun sessizliği,
    Söylenmemiş ağıtların sahibi bu toprakların;
    Öfkeli, kirli ruhlarla tanışmadığı,
    Zamanın üstünü alaycı bakışlarla örtmediği,
    Kirlenmemiş Dünyanın çocuğuyum ben.

  • İstanbul’un Mahkûmu

    İstanbul mu bana hapis,
    Ben mi İstanbul’a!
    Dalgaların sesi geliyor,
    Özgürlük diye
    Kulaklarıma.

    Mahpusluk bir ceza mı
    Yoksa ödül mü?
    Velev ki, kalem kırılırsa
    İstanbul’da.

    Fani can nerelerde gezindin?
    Hiç bildin mi İstanbul’un
    Bayırını, çukurunu, kenarını?
    Hiç gördün mü;
    Fakirini, fukarasını,
    Kıyafeti renkli, yüreği yaralı yosmasını?

    Hiç bildin mi?
    Ekmek, azık derdine düşenlerin,
    Düşleri yoktur İstanbul’da.
    İstanbul’un mahkumudur,
    Yüreğinde pranga, her daim yolda.

    Yolları kıvrım kıvrım,
    Geceleri biçare İstanbul’da.
    Gidilen yol nasıldır, hiç gördün mü?
    Gözlerin yaşlı, ellerin çaresiz,
    Kavuşturursun bir umutla,
    Yol verirsin uykunda.
    Belki, belki bulurum diye,
    Sahte sevinçleri, sahte dostlukları, sahte mutlulukları
    Dayanırsın boşluğa, o bitmeyesi rüyalara.

    Bir kapı açılsa, son çarem olan.
    Bir el uzansa, son dostum olan.
    Bir ses olsa, son çığlığım olan.
    Ve haykırsa biri,
    Günah sende değil,
    İstanbul’da, İstanbul’da.

  • Örümcekler

    Kış günü soğuktu oda.
    Tavanda iki örümcek, karışmış ağları.
    Duvarda asılı gaz lambası,
    Bula bula aynı ışığın,
    Tutuştular kavgaya sahip olmak için,
    İkisine de yetecek sıcaklığına.
    Örmüşler,

    Kısmetlerine düşecek bahtsızları,
    Düşürecekleri tuzakları.
    Bahtsızların kaderi miydi?
    Düştükleri tuzaklar,
    Örülürken bu ağlar.
    Örümcekler…
    Örümcekler…
    Örümcekler…
    Bir sinek vızıltısı,
    Durdurdu onları.
    Tam zamanında kestiler kavgayı.
    Biliyorlardı…
    Beyaz tavanlı oda,
    Yeterdi ikisine de.
    Daha nice sinekler vardı,
    Ağlarına düşecek.
    Nice sinek, ışığa üşüşecek.
    Öyleyse, bu kavga niye?
    Ortak örmek varken ağları…
    Ama olmaz!
    Örümcek de olsa,
    Ağa düşeni kapmak varken,
    Tek başına,
    Neden versin diğerine,
    Bir parça.
    Sığamadılar,
    Beyaz boyalı geniş tavana.
    Bir başka tavan bulana kadar,
    Devam edecek bu kavga.

  • Altı Kırkbeşin Yükleri

    Gün, henüz mahmur bakışlı.
    Sonbaharın teri, yağmurlarla atışan, martı çığlıkları.
    Sokaklarda yeni günün, eski ama değişmez, koşturan insanları.
    Bir vapur düdüğünün çığlığıyla hızlanır adımlar.
    Her yeni sabahın, aynı telaşı.
    Yeni günün ilk vedası.
    Sabahın altı kırkbeşi,
    Kadıköy’ün Beşiktaş’a, değişmez ilk merhabası,
    Her yeni günün, eskimeyen veda zamanı.
    Kalkar bir rehavetle, Boğazın beyaz sakini,
    İçinde eskimeyen bin bir düşüncenin, bilinmezin yükü,
    Yara yara lacivertin en koyusunu,
    Her yeni güne, saça saça beyazdan tuzlu bulutları,
    Bir yakadan bir yakaya,
    Eskimeyen zamanları, eskimeyen insanları,
    Hiç durmadan taşır,
    Ne yük değişir, ne de yük mahkumları.

    İçeride, camın buğusunda bakarken sahile, kendisini arayan gözler,
    Birbirine değmeden geçer,
    Dalgın bakışlar, görünmez çizgiler çizer.
    Kim bilir hangi yorgun geceden, hangi suskun sabaha…
    Bir kadın, çantasına sığdırdığı hayatıyla,
    Bir adam, cebinde kırışık düşleriyle,
    Genç bir delikanlı, gözlerinde ilk yenilgiler,
    Tutunur vapurun paslı demirlerine.
    Her biri ayrı, her biri aynı,
    Bir umudun, kırık dökük, tek kürekli sandalları,
    Boğazın serinliğinde gizlerler,
    Söylenmeyenleri, özlenenleri, kaybolanları.

    Martılar, insanın içini okur, bir çığlık savurur, gökyüzüne.
    Deniz, hep o aynı deniz.
    Ne kadar değişse de rüzgârın yönü, hep bilir,
    Hangi yürek neyi saklar, hangi göz, hangi düşü taşır sabaha.

    Vapur ilerler, her dalga, içimizdeki kırgınlığı okşar,
    Kimi uykulu, kimi düşünceli ama hepsi, bir sabahı daha omuzlar.
    Bir kez daha başlamaya, bir kez daha tutunmaya.
    Her gün, aynı suya atılan taş gibi yayılır içimizde,
    Yaşamanın ağır ama vazgeçilmez halkaları.

    Her sabah, vapurun demir tutacaklarına yaslanan eller,
    Hayatın korlaşmış ağırlığını avuçlarında taşır.
    Bir çocuğun beklediği süt kokulu sabahlar,
    Bir annenin, akşamın sıcak ekmeği için, sessizce ettiği dualar,
    Bir babanın, içten içe akıttığı yaşlar,
    Gizlenir, denizin tuzlu rüzgarına.

    Gözlerinde Boğaz’ın sularını gezdirenler,
    Belki bir an olsun unutmak ister,
    Hayatın kabaran dalgalarını.
    Oysa bilirler,
    Ne dalga durur, ne de zaman.

    Bir genç kız,
    Dalgaların ardına bakar.
    Sevdiği gelir mi acaba?
    Gelmez!
    Gelmez ama, vapur taşır onun da kederini
    Saklar martıların kanadında,
    Denizin tuzu karışır gözyaşına.

    Yaşlı bir adam, ufka diker gözlerini,
    Eskiden geçtiği o yolları düşünür,
    Her iç çekişinde duyulur,
    Yılların yorgun adımları.
    Bakar, bir daha dönmeyecek günlere,
    Bakar ve susar.
    Çünkü bilir, bazen hayat da susar çaresizce,
    Anlamsız kalır bütün kelimeler, sessizleşir.

    Bir çocuk, annesinin yanına sokulur,
    Uyku ile uyanıklık arasında,
    Düşlerinde bilmediği uzak kıyılar,
    Belki oyun, belki hayal,
    Ama o da,
    Farkında olmadan, tutunur sabaha.

    Bütün bunları,
    Sakince, sessizce izler,
    Boğazın suları.
    Hangi düşünce, hangi umut, hangi hüzün, ona karışmaz ki!
    Her sabah yeniden,
    İnsanı insanla,
    Dalgayı dalgayla,
    Sessizliği sesle buluşturur,
    Lacivertin en koyusunda.

    Vapur,
    Hep aynı rotada,
    Ama her gün yeni bir yükle
    Taşır insanları.
    İçinde kırılmış hayaller,
    Yeniden yeşeren umutlar,
    En çok da,
    Bir daha doğacak sabahlar için,
    Direnen kalpler, bedenler.

    O meftun vapur,
    Yaralı ama yılmayan bir yürek gibi,
    Her sabah o iskeleden, yeniden kalkar.
    Dalgaları yara yara,
    Sanki her sabah,
    “Yine geldim” der gibi
    Hayata kafa tutar.

    İçindeki yolcular,
    Kendi iç denizlerinde boğulsa bile,
    Yine de gözlerinde bir umutla, sabah ışıltısı taşır.
    Belki, çocuklarına bırakacakları küçücük bir sevda,
    Belki, karşı iskelede beklenen bir güzel haber.
    Ama her biri, bir umudu sımsıkı tutar.
    Sanki düşerse, kendileri de düşecekmiş gibi.

    Bir kadın,
    Bakışlarını denize asar,
    Gözbebeklerinde sakladığı cesaretle,
    “Bugün de dayanacağım” der,
    “Var olacağım bugün de ve kimse bilmeyecek
    Kaç fırtına susturduğumu içimde”.

    Bir adam,
    Rüzgârda uçuşan ceketinin içinde,
    Yıllardır sarsılmayan, o isyan abidesi dik yürüyüşle,
    Hayatın yumruklarına gülümsemeyi öğrenmiş.
    Bilir ki her sabah,
    Bir direniş, bir yeniden başlamak.

    Martılar,
    Belki de o yüzden,
    Vapurun peşi sıra uçuşurlar, çığlık çığlığa.
    Bir isyan,
    Ama aynı zamanda
    Gökyüzüne bir meydan okuma.

    Çocuk,
    Henüz anlamasa da,
    Annesinin elini tutarken, o kocaman küçük yüreğinde,
    Bir güven, bir huzur taşır.
    Bilmeden, öğrenmiştir aslında,
    Direnir hayata.

    Boğaza meftun o vapur,
    Her sabah, yalnızca insanları değil,
    İnsanların saklı yüklerini de taşır.
    Boğaz, her sabah şahit olur yeniden.
    İnsanın, kendi hayatına bir sabah daha,
    Nasıl “evet” dediğine.

    Belki de, hayat dediğin,
    Bir vapurun

    Her gün ve her sabah,
    Suya düşürdüğü gölgedir, ısrarla.
    Ne deniz yutar onu,

    Ne de rüzgar söndürür.
    Her sabah yeniden,
    Suya düşer insan.
    Her sabah
    Kendi gölgesinden,
    Doğar yeniden.

    Çünkü bilir.
    Her sabah, bütün yorgunluklara rağmen,
    Yakışan en güzel şey insana;
    Yeniden yürümektir,

    Başlamaktır yeniden.
    En çok da,

    Her şeye rağmen,

    Tutunmaktır birbirine.

  • Birkaç Kişi

    Birkaç kişiydik biz:
    Kederlere, sevinçlere omuz verip,
    Aynı yürekte yaşayan.
    Sahipleriyle hemhal olup,
    Zamansız ve dürüstçe taşıyan.

    Birkaç kişiydik biz:
    Ama içimizdeki duygular,
    Ah o duygular,
    Ah o düşünceler,
    Sanki yüzlerce, binlerceydik.

    Birkaç kişiydik biz:
    Halk için hak diye,
    Çarpan yüreklerdik.
    Düşenleri tutup da,
    Ayağa kaldıran bizdik.

    Birkaç kişiydik biz:
    Fırtınaya, rüzgara kafa tutup,
    Çılgın dalgalara kulaç atan,
    Darda kalana, kol kanat açıp,
    Yardıma, iyiliğe tutsak neferlerdik.

    Birkaç kişiydik biz:
    Sevgiye hasret çocuklara,
    Evsiz, barksız evlatlara,
    Evlatlarına hasret ana, babalara,
    Ama kalemlerimizle,
    Ama yüreklerimizle,
    Alın teri dökenlerdik.

    Birkaç kişiydik biz:
    Çıkarken yola katıksız, azıksız,
    Ne karı, ne yağmuru,
    Ne de taşlı, tozlu yolları;
    Ne aklımıza düşürdük,
    Ne de sonunu düşündük.

    Birkaç kişiydik biz:
    Yürürken bu yolda,
    El verip, el tutacakların,
    Sesimize ses katacakların,
    Çok da fazla olmayacağını,
    Az çok bilenlerdik…

  • Dün Bugün Yarın

    Dün, ayrı düştü bugünden.
    Yarın, özlemle bekliyor doğmayı.
    Bugün, sadece dünü anıp,
    Ümitle bakıyor yarına.
    Çünkü biliyor bugün
    Ne dün yaşıyor, ne de yaşanıyor yarın.
    Sadece bugündür yaşanan.

    Bugün, hüzünle düne,
    Bakıyor, umutla yarına.
    Bugün, hep karar verici,
    Toplamak, düne kalan.
    Yarın hep masum olan,
    Sorumluluk, bugünün omuzlarında.

    Dün sadece biriktirir,
    Yarına kalan bir ders, bir tecrübedir.
    Çünkü yarın, hep bir eksiktir,
    Dün, hep bir fazla.

    Hayat gerçekten çok kısa.
    Ne dünde yaşanıyor,
    Ne de garantisi olmayan yarında.
    Yaşadığımız, bugün dediğimiz o anda.
    Her gün yeniden kurulur Dünya.

    Bugün yarından ödünç alır,
    Ödemesi, düne kalır.
    Her gün, bugün olur.
    Dün acı tatlı hatıra, yarın rüyadır.
    Bugün genç, yarın çocuk, dün yaşlıdır.

    Bütün kavgalar bugünde yaşanır,
    Düne acı, yarına umut kalır.
    Dün ve bugün biter,
    Yarın; umutla, hep beklenendir.

  • Say ki

    Say ki;
    Unuttuk tüm öfkeleri,
    Kirli ve körelmiş yürekleri,
    Sildik tüm bencillikleri.
    Temiz ve masum bir ışık,
    Sanki yeni doğmuş gibi,
    Yanacak,
    Elbet yanacak…

    Say ki;
    Kapattık kapıları yalanlara,
    Sözümüz var doğruluğa,
    Yeminimizi bekleyen yarınlara,
    Temiz akıl, temiz vicdanla,
    Ekilecek tohumlar bin bir umutla,
    Çıkacak,
    Elbet çıkacak…

    Say ki;
    Çaresizlik küfür olsun durana,
    Emeksiz çiğnenen her bir lokma,
    Damı huzursuz topraklar,
    Sahipsiz kalan yurtlarda,
    Yağmurdan önce adımlarla,
    Aşınacak,
    Elbet aşınacak…

    Say ki;
    Rüzgar umutları dağıtacak,
    Yağmur vicdanları ıslatacak,
    Güneş masumiyetle ısıtacak,
    Toprak, sevgi köklerini yaşatacak,
    İnsan bu hayatta söz olacak.
    Ve ses olacaksın,
    Boğazını yırtarcasına, haykırarak,
    Olacak,
    Elbet olacak…

    Say ki;
    Ne yakamozların çığlığı,
    Ne de yosunların sabırsızlığı,
    Vurgun vurgun,
    Kulaç kulaç,
    Tertemiz terlerimiz,

    Denizlere karışacak,
    Elbet karışacak…

    Say ki;
    Vurdukça
    Her dalgada kıyılar,
    Estikçe
    Her poyrazda rüzgarlar,
    Kırmızı gül kokularıyla,
    İnsanlık dirildiği vakit,
    Elleri, dilleri, belleri,
    Kirli olanlar,
    Susacak,
    Elbet susacak…