Kategori: Uncategorized

  • Varsın Olsun

    Varsın bugün mağlup olsun
    Gökyüzü.
    Ağlasın üzüntüsünden,
    Boşalsın yağmurlar sicim gibi,
    Doysun toprak, kansın
    Yeryüzü.

    Varsın bugün mağlup olsun
    İyiler.
    Delirsin öfkesinden
    Masumlar,
    Atılsın çığlıklar, gitsin uzaklara,
    Bassın bağrına, ağlasın
    Gözler.

    Varsın bugün mağlup olsun
    Çocuklar.
    Kahrolsun nasırlı yürekler,
    Kaybolsun, daha doğmayan
    Umutlar.
    Tutmasın, salınsın,
    Yitip giden hayatlar.

    Ama bilmez misin?
    Tohum her düştüğünde toprağa,
    Yeniden ve yeniden,
    Filizlenir fidanlar.
    Suyu da bulur,
    Umudu da.
    Yeniden ve yeniden,
    Yeşerir de yeşerir.
    Dallanır, kök salar,
    Barışır hayatla.
    Ta ki, bir sonraki
    Kavgaya kadar.

  • İnsan

    Düştüm bir ana rahmine,

    Karanlık, sıcak ve tarifsiz.
    Zamanın orada hükmü yok,
    Kalp atışlarımdan başka ses de.
    Ve ben, henüz ben değilken,
    Sessizliğin içinde büyüdüm.

    Sonra bir çığlıkla geldim dünyaya,
    Soluğumda ilk korku,
    Tenimde ilk ürperti,
    Annemin gözlerinde tanımsız bir merhamet.
    Dünya soğuktu, kalabalıktı ve genişti,

    Ben küçük, ürkek ve aç.

    İlk adımlarım düştü yere,
    Toprak beni kucakladı,
    Gökyüzü maviye büründü gözlerimde.
    Taşların soğukluğunu,
    Rüzgârın şarkısını öğrendim.
    Dizlerimi yaraladım,
    Oyunlar oynadım,
    Güneşin altında çocuk oldum.

    Sonra büyüdüm usulca,
    Ellerim kalem tuttu,
    Kelimeler dizildi ardı ardına,
    Bilmek, anlamak istedim,
    Zamanın içinde kendime yer aradım.
    Gözlerim uzaklara bakmayı öğrendi,
    Gölgeler uzadı içimde.

    Aşka düştüm bir gün,
    Ellerim titredi,
    Gözlerim başka birine güldü.
    İnsan, insana dönüştü içimde.
    Bir sesin peşinde yandım,
    Bir dokunuşun içinde kayboldum.
    Ve öğrendim ki sevda,
    Hem yara hem şifa.

    Günler geçti, yollar yürüdüm,
    Kazandım, kaybettim,
    Düştüm, kalktım.
    Yüzümde yılların izleri,
    Sözlerimde hayatın ağırlığı.
    Beni ben yapan her şey,
    Bana yük mü, yoksa miras mı, bilemedim.

    Ve bir gün, son nefesi üfleyeceğim göğe,
    Bir sabah ya da gece vakti,
    Zaman beni de alıp götürecek.
    Dünya dönecek, rüzgâr esecek,
    Ve bir çocuk doğacak,
    İlk çığlığıyla devralacak benden hayatı.
    Ben belki bir hatırada yaşayacağım,
    Belki rüzgârın uğultusunda,
    Ya da hiç olmayacağım.

    Ama insan,
    Doğacak, büyüyecek, sevecek,
    Yanacak, düşecek, kalkacak,
    Ve sonunda yine göğe bakacak.
    Bilinmez bir sonsuzluğa doğru,
    Sessizce yürüyüp gidecek.

  • Altı Kırkbeşin Yükleri

    Gün, henüz mahmur bakışlı.
    Sonbaharın teri, yağmurlarla atışan, martı çığlıkları.
    Sokaklarda yeni günün, eski ama değişmez, koşturan insanları.
    Bir vapur düdüğünün çığlığıyla hızlanır adımlar.
    Her yeni sabahın, aynı telaşı.
    Yeni günün ilk vedası.
    Sabahın altı kırkbeşi,
    Kadıköy’ün Beşiktaş’a, değişmez ilk merhabası,
    Her yeni günün, eskimeyen veda zamanı.
    Kalkar bir rehavetle, Boğazın beyaz sakini,
    İçinde eskimeyen bin bir düşüncenin, bilinmezin yükü,
    Yara yara lacivertin en koyusunu,
    Her yeni güne, saça saça beyazdan tuzlu bulutları,
    Bir yakadan bir yakaya,
    Eskimeyen zamanları, eskimeyen insanları,
    Hiç durmadan taşır,
    Ne yük değişir, ne de yük mahkumları.

    İçeride, camın buğusunda bakarken sahile, kendisini arayan gözler,
    Birbirine değmeden geçer,
    Dalgın bakışlar, görünmez çizgiler çizer.
    Kim bilir hangi yorgun geceden, hangi suskun sabaha…
    Bir kadın, çantasına sığdırdığı hayatıyla,
    Bir adam, cebinde kırışık düşleriyle,
    Genç bir delikanlı, gözlerinde ilk yenilgiler,
    Tutunur vapurun paslı demirlerine.
    Her biri ayrı, her biri aynı,
    Bir umudun, kırık dökük, tek kürekli sandalları,
    Boğazın serinliğinde gizlerler,
    Söylenmeyenleri, özlenenleri, kaybolanları.

    Martılar, insanın içini okur, bir çığlık savurur, gökyüzüne.
    Deniz, hep o aynı deniz.
    Ne kadar değişse de rüzgârın yönü, hep bilir,
    Hangi yürek neyi saklar, hangi göz, hangi düşü taşır sabaha.

    Vapur ilerler, her dalga, içimizdeki kırgınlığı okşar,
    Kimi uykulu, kimi düşünceli ama hepsi, bir sabahı daha omuzlar.
    Bir kez daha başlamaya, bir kez daha tutunmaya.
    Her gün, aynı suya atılan taş gibi yayılır içimizde,
    Yaşamanın ağır ama vazgeçilmez halkaları.

    Her sabah, vapurun demir tutacaklarına yaslanan eller,
    Hayatın korlaşmış ağırlığını avuçlarında taşır.
    Bir çocuğun beklediği süt kokulu sabahlar,
    Bir annenin, akşamın sıcak ekmeği için, sessizce ettiği dualar,
    Bir babanın, içten içe akıttığı yaşlar,
    Gizlenir, denizin tuzlu rüzgarına.

    Gözlerinde Boğaz’ın sularını gezdirenler,
    Belki bir an olsun unutmak ister,
    Hayatın kabaran dalgalarını.
    Oysa bilirler,
    Ne dalga durur, ne de zaman.

    Bir genç kız,
    Dalgaların ardına bakar.
    Sevdiği gelir mi acaba?
    Gelmez!
    Gelmez ama, vapur taşır onun da kederini
    Saklar martıların kanadında,
    Denizin tuzu karışır gözyaşına.

    Yaşlı bir adam, ufka diker gözlerini,
    Eskiden geçtiği o yolları düşünür,
    Her iç çekişinde duyulur,
    Yılların yorgun adımları.
    Bakar, bir daha dönmeyecek günlere,
    Bakar ve susar.
    Çünkü bilir, bazen hayat da susar çaresizce,
    Anlamsız kalır bütün kelimeler, sessizleşir.

    Bir çocuk, annesinin yanına sokulur,
    Uyku ile uyanıklık arasında,
    Düşlerinde bilmediği uzak kıyılar,
    Belki oyun, belki hayal,
    Ama o da,
    Farkında olmadan, tutunur sabaha.

    Bütün bunları,
    Sakince, sessizce izler,
    Boğazın suları.
    Hangi düşünce, hangi umut, hangi hüzün, ona karışmaz ki!
    Her sabah yeniden,
    İnsanı insanla,
    Dalgayı dalgayla,
    Sessizliği sesle buluşturur,
    Lacivertin en koyusunda.

    Vapur,
    Hep aynı rotada,
    Ama her gün yeni bir yükle
    Taşır insanları.
    İçinde kırılmış hayaller,
    Yeniden yeşeren umutlar,
    En çok da,
    Bir daha doğacak sabahlar için,
    Direnen kalpler, bedenler.

    O meftun vapur,
    Yaralı ama yılmayan bir yürek gibi,
    Her sabah o iskeleden, yeniden kalkar.
    Dalgaları yara yara,
    Sanki her sabah,
    “Yine geldim” der gibi
    Hayata kafa tutar.

    İçindeki yolcular,
    Kendi iç denizlerinde boğulsa bile,
    Yine de gözlerinde bir umutla, sabah ışıltısı taşır.
    Belki, çocuklarına bırakacakları küçücük bir sevda,
    Belki, karşı iskelede beklenen bir güzel haber.
    Ama her biri, bir umudu sımsıkı tutar.
    Sanki düşerse, kendileri de düşecekmiş gibi.

    Bir kadın,
    Bakışlarını denize asar,
    Gözbebeklerinde sakladığı cesaretle,
    “Bugün de dayanacağım” der,
    “Var olacağım bugün de ve kimse bilmeyecek
    Kaç fırtına susturduğumu içimde”.

    Bir adam,
    Rüzgârda uçuşan ceketinin içinde,
    Yıllardır sarsılmayan, o isyan abidesi dik yürüyüşle,
    Hayatın yumruklarına gülümsemeyi öğrenmiş.
    Bilir ki her sabah,
    Bir direniş, bir yeniden başlamak.

    Martılar,
    Belki de o yüzden,
    Vapurun peşi sıra uçuşurlar, çığlık çığlığa.
    Bir isyan,
    Ama aynı zamanda
    Gökyüzüne bir meydan okuma.

    Çocuk,
    Henüz anlamasa da,
    Annesinin elini tutarken, o kocaman küçük yüreğinde,
    Bir güven, bir huzur taşır.
    Bilmeden, öğrenmiştir aslında,
    Direnir hayata.

    Boğaza meftun o vapur,
    Her sabah, yalnızca insanları değil,
    İnsanların saklı yüklerini de taşır.
    Boğaz, her sabah şahit olur yeniden.
    İnsanın, kendi hayatına bir sabah daha,
    Nasıl “evet” dediğine.

    Belki de, hayat dediğin,
    Bir vapurun

    Her gün ve her sabah,
    Suya düşürdüğü gölgedir, ısrarla.
    Ne deniz yutar onu,

    Ne de rüzgar söndürür.
    Her sabah yeniden,
    Suya düşer insan.
    Her sabah
    Kendi gölgesinden,
    Doğar yeniden.

    Çünkü bilir.
    Her sabah, bütün yorgunluklara rağmen,
    Yakışan en güzel şey insana;
    Yeniden yürümektir,

    Başlamaktır yeniden.
    En çok da,

    Her şeye rağmen,

    Tutunmaktır birbirine.

  • Hasret Açacağım

    Gittiğim her yerde hasret açacağım.
    Ağıt yakacak, düşerken yapraklarım.
    Özlemler sulayacak ümitlerimi.
    Bir bahar yağmuruyla başıma konacak.
    Islanacak yüreğim, gözyaşlarımdan önce.
    Bilenler seslenecekler,
    Birlikte ağlayanlar benimle.
    Haykıracaklar bana:
    O ufuksuz bekleyişler,
    O sebepsiz hasretler,
    Müjdeler olsun, sürgün günlerin bitti.
    Kaç sabahları birlikte uyandırdım,
    Kaç defa güneşin üstünü örtüp,
    Yıldızları okşadım.
    Dinlerken dalgalar sessizliğimi,
    Kaç martının kanatlarına dayandım.
    Düşüncelerimin kovuğunda,
    Sapını, çöpünü, tane tane taşıyıp döşediğim,
    Düş yuvasında büyütüp, beslediğim,
    Seslerimizi gökyüzüne,
    Yeni bir günün şafağında,
    Uçurduk birlikte…
    Daha rüzgarları tanımadan,
    Daha yağmuru, karı, fırtınayı bilmeden,
    Her biri duru,
    Her biri saf,
    Her biri daha körpe,
    Dört farklı yöne,
    Sevgiye, hasrete, ümide,
    Bir de özgürlüğe,
    Kanat çırptı her biri.

  • Babam

    Babam,
    Dadaş diyarının dağlarından,
    Rüzgârın taşıdığı bir türkü gibi geldin,
    Azizoğullarının vakarında,
    Ömer’in dirayetinde,
    Anahanım’ın duasında,
    Yeşeren ilkbahar gibi…
    Ve ben, varlığımı senin gölgenin serinliğinde buldum.

    Babam,
    Ellerin susuz toprak gibi çatlak,
    Yüreğin ay ışığı kadar berrak,
    Demirin pasına dokunduğun yerde
    Çiçek açar sabrın yüzünde.
    Ve alnından damlayan tuzlu ter
    Düşerken toprağın göğsüne
    Ekmek kokusu, bereketi yükselir soframızda.

    Babam,
    Sen, sözünü demir gibi döven usta,
    Evinin direği, ocağının harı,
    Gökyüzü kadar geniş bir sabırla
    Ailenin üstüne gerilmiş
    Koca bir çınarsın varlığınla…
    Köklerin, yılların imtihanından geçmiş,
    Gölgene sığınan her can
    Huzur bulur yanında.

    Babam,
    Ellerinde şefkatin varlığı,
    Gözlerinde merhametin ırmakları,
    Ve yüreğinde,
    Bizi saran bir bahar türküsü…
    Gülüşün güneş, sarılman bayram,
    Sesin, ruhumda yankılanan
    Bir çocukluk ezgisi.

    Babam,
    Gecenin karanlığında yanan kandilimsin,
    Fırtınalı denizlerde sığındığım liman,
    Hayatın sert rüzgârlarına karşı
    Siper ettiğim kalkanımsın.
    Seninle öğrendim düşmemeyi,
    Seninle büyüdü içimdeki cesaret ağacı,
    Ve seninle anladım sevginin
    En saf, en gerçek halini.

    Babam,
    Yorgun omuzlarında taşıdığın
    Hayatın yükü ağır olsa da,
    Gözlerindeki ışık hiç sönmedi.
    Her adımımda hissettim desteğini,
    Her düşüşümde uzanan ellerindeydi tesellim.
    Seninle tamamlandı eksik yanlarım,
    Seninle güç buldu zayıf anlarım.

    Babam,
    Varlığın içimde bir meşale gibi yanmakta.
    Senin öğrettiklerinle yürüyorum yolları,
    Senin izinden gidiyor adımlarım.
    Ve biliyorum ki,
    Her nefesimde senin emeğin,
    Senin duan var her adımımda.

  • Bir Umudum Var

    Bir umudum var,
    Bahar rüzgarlarının serinliğine bürünmüş, estiğinde üşütmeyen,
    Gözlerimin derinliklerine ince bir ışık gibi süzülen,
    Gecenin en karanlık anında, bir yıldız gibi titreyen, sönmeyen…

    Bir umudum var,
    Kirpikleri nisan yağmurlarına bulanmış, toprağın derin uykusunda
    filizlenen,
    Göğe uzanan incecik bir fidan,
    Kökleri kırık zamanlara, dalları yarınlara değen…

    Bir umudum var,
    Dağların doruklarında saklı, rüzgarlarla dans eden kelebekler gibi
    narin,
    Adını bilmediğim uzak denizlerde sessizce dalga kıran,
    Ama yine de, göç yolunu şaşırmış kuşlar gibi yolunu arayan…

    Bir umudum var,
    Avuçlarımda tutamadığım, ama ellerimden kayan ırmak gibi her gün yeniden
    doğan,
    Sessiz gecelerde Ay ışığıyla konuşan,
    Her sabah, Güneşin ilk bakışında kalbimde filizlenen…

    Bir umudum var,
    Zamanın yorgun yüzüne su gibi dokunan,
    Paslanmış kapıların aralığından bir ışık hüzmesi gibi içeri sızan,
    Ve yıkılmış duvarların arasında, tek kır çiçeği gibi açan…

    Bir umudum var,
    Sözcüklerin tükendiği yerde, sessizliğin içinden bir çığlık gibi doğan,
    Kırık dökük bir kemanın titreyen telinden yükselen,
    Ve güçlü bir ses gibi rüzgara karışan…

    Bir umudum var,
    Bir çocuğun gözlerinde saklı,
    Henüz ağlamamış bir gözyaşı,
    Henüz kirlenmemiş bir gülüş gibi saf ve dingin…

    Bir umudum var,
    Geceler boyu yıldızlarla konuşan,
    Ve sabah olunca gözlerimi kamaştıran altın renkli bir gün doğumu gibi,
    Karlarla örtülü bir vadide ilkbaharın ilk soluğu gibi
    Ansızın gelen ve her şeyi değiştiren…

    Bir umudum var,
    Yorgun gemilerin fırtınalı denizlerden sağ salim döneceğine dair,
    Ve ellerini unutmuş bir sevgilinin, bir gün yine ait olduğu avuçları
    bulacağına dair,
    İnce bir inanç, sönmeyen bir kandil gibi içimde yanan…

    Bir umudum var,
    Kışın en sert rüzgarında içimi ısıtan,
    Ve soğuk gecelerde gözlerime, derin bir uyku gibi inen,
    Bir sıcaklık, bir sığınak, belki de hayatın kendisi kadar kırılgan ama
    bir o kadar güçlü…

    Bir umudum var,
    Belki de bütün yollar tükenmişken,
    Ansızın beliren ince bir yol gibi,
    Beni kendine çağıran ve “devam et” diyen…

    Bir umudum var,
    Kendi içimde sakladığım, adını kimsenin bilmediği,
    Ve belki de sadece, kalbimin en sessiz köşesinde,
    Her gün yeniden doğan…

    Bir umudum var,
    Günlerden bir gün, rüzgar durduğunda,
    Kırık dallar yeniden çiçek açtığında,
    Ve zaman, yorgun gözlerime
    Bir gülüş gibi dokunduğunda,
    O zaman anlayacağım;
    Taşın kalbinde saklı o su damlasını,
    Geceyle gündüzün kavuştuğu o anı,
    Ve en çok da,
    Yalnızlığın bile yenemediği
    İnsan sesini…

    Evet,
    Bir umudum var,
    Ve o umutla
    Yeniden yürür dünya,
    Yeniden uyanır kuşlar,
    Ve yeniden
    Sever insan,
    Tüm kırgınlıklarına rağmen…

  • Öğüt

    Ah o Güneş ve Ay tutulmaları.
    Son tutulmalar hiç de iyi olmadı!
    O büyük ve güzel gemilerimiz,
    Sığ ve küçük limanlarımızda bağlı kaldı.
    Bu kış kimse susmasa da,
    Aslında çok az kar yağdı.
    Rüzgarlara kayıtsız ve hoşgörüsüz,
    Milyonlarca sorun tohumu yüzsüz,
    Suyun yeşilden kardeşlerini yakanlar.
    Yaktıkları;
    Bir daha yeşermeyecek olan umutlardı.
    Hayat, bu Dünyaya bırakılmış zaman kırıntısı.
    Öylesine ürkek ve sahipsiz kelimelerin kalabalığı,
    Düğünlerin kör ve sağır tanıkları,
    Kıyılan nikahlar değil,
    Kelimelere beden olmuş canlardı.
    O huysuzluğun ve şımarıklığın kucağında,
    Yitip gidenler uzaktan akraba hayatlar,

    Ne denizler, ne toprak, ne de gökyüzünde bulutlar,
    Hesabı sonraya kalanlardı.
    Bu günahların yoktur yatağı,
    Ne kapısı, ne damı, ne de yuvası.
    Hepsi tek, hepsi bir,
    Soysuzların ihtirasları.
    Kavgaların en güzeli,
    İnandığın gibi yaşarken,
    Yaşatabilmektir farklılıkları.
    Baktığın penceren farklı olsa da,
    Farkında olmaktır,
    Soluduğun aynı havayı.
    Denizlerde milyonlarca balık,
    Atılsa toprağa çıkar canı.
    Kavgaların en onurlusu,
    Kabul etmektir,
    Kabullenmektir,
    Her balığın su dolu kendi fanusu.
    Kavgaların kardeşçesi;
    Vururken kutsallara, değerlere,
    Kalleşçe, düşüncesizce,
    Anlamaktır,
    Anlayabilmektir.
    Aynı toprağın, aynı denizin;
    Ardı var, arkası var, bürünecek bedenlere.
    Cevabı bekleyen küçük soruyor:
    O halde bu öfke, bu kavga niye?
    İnsanlık emekleme devresinde,
    “İkra”yla başlayan okuması,
    Henüz ilk hecesinde.
    Küçük öğrenecek büyüyünce,
    Bir arada yaşayamayan farklılıkların,
    Kimlerin değirmenine aslında,
    Su taşıdıklarını.
    Sırıtırken leş kargaları,
    Yemeye hazır kıvama gelince,
    Son pişmanlık fayda vermeyecek,
    Her şey ve her şey,
    Elden gidince…

  • Örümcekler

    Kış günü soğuktu oda.
    Tavanda iki örümcek, karışmış ağları.
    Duvarda asılı gaz lambası,
    Bula bula aynı ışığın,
    Tutuştular kavgaya sahip olmak için,
    İkisine de yetecek sıcaklığına.
    Örmüşler,

    Kısmetlerine düşecek bahtsızları,
    Düşürecekleri tuzakları.
    Bahtsızların kaderi miydi?
    Düştükleri tuzaklar,
    Örülürken bu ağlar.
    Örümcekler…
    Örümcekler…
    Örümcekler…
    Bir sinek vızıltısı,
    Durdurdu onları.
    Tam zamanında kestiler kavgayı.
    Biliyorlardı…
    Beyaz tavanlı oda,
    Yeterdi ikisine de.
    Daha nice sinekler vardı,
    Ağlarına düşecek.
    Nice sinek, ışığa üşüşecek.
    Öyleyse, bu kavga niye?
    Ortak örmek varken ağları…
    Ama olmaz!
    Örümcek de olsa,
    Ağa düşeni kapmak varken,
    Tek başına,
    Neden versin diğerine,
    Bir parça.
    Sığamadılar,
    Beyaz boyalı geniş tavana.
    Bir başka tavan bulana kadar,
    Devam edecek bu kavga.

  • Sebepsiz Değildir

    Sebepsiz değildir;
    Bir canın doğması,
    Göz açması hayata,
    Vurduğu mührüdür ağlaması,
    Taze beden olsa da.
    Henüz hiçken,
    O da nefesiyle ısıtacak,
    Yaş alacak yıl alacak, yaşlanacak,
    Sarp, engebeli, düz ya da bozuk yolunda.
    İspatı;
    Bitirdiği zaman süreli yaşamı,
    Altına atacak imzasını,
    Ya da basacak parmağını.
    Yazacak kainata el yazısıyla,
    Kendi yazısını,
    Mümkün değil inkarı.

    Sebepsiz değildir;
    Rüzgarla bulutun kol kola olması,
    Yağacak,
    Her bir damlası
    Islatacak,
    Kurak bedenleri, toprakları.
    Gürbüz başaklar, umut tohumları,
    Boy alıp ta verecek azık darı.
    O da rahmet eliyle bereket olup,
    Kuracak sofrayı.

    Sebepsiz değildir;
    Kalleşle hainin kardeşliği,
    Beklerken sahipsiz köşelerde,
    Nasipsiz ruhlarda,
    Düğmesiz, dikişsiz, çırılçıplak,
    Karanlığı kıyafet yapmış pusuda,
    Yurtta, yolda, yuvada,
    Yaslanırken arkadaşlara, aşklara,
    inandığı değerli dostlara,
    Bir tokat gibi çarparken yüzüne, sırtına,
    Ama kurşun, ama bıçak yarası.

    Sebepsiz değildir;
    Geceye gündüzün sokulması,
    Kışa, kara, yağmura,
    Baharın yazın sarılması.
    Dönen devranın cazibesine bakıp ta
    İlk anın tarifsizliğinde,
    Yol alıp akması.
    Bir kör nefsin aymazlığında,
    Yitip gitmesi vicdanın,
    Kaybolması aklın,
    Toz gibi savrulması.

    Sebepsiz değildir;
    Denizde dalganın nazlı nazlı yol alması,
    Salınması.
    Balığa, mercana, bin bir türlü canlıya,
    Havasız, rüzgarsız, bulutsuz,
    Yuva kurulması.

    Sebepsiz değildir;
    Ar ile hayanın birlikteliği,
    Edep ile yar olur ruh içinde beden,
    Haya ile aşık olur ruha güzel her dem.
    Söyletir dile, yazdırır kaleme,
    Vardır bir bildiği.
    Bu alemde kurar elbette,
    Kardeşliği, sevgiyi, muhabbeti.

    Sebepsiz değildir;
    Ozan’a sazın,
    Kaleme defterin,
    Söze dilin,
    Gönüle gözün,
    Aşka yüreğin,
    Hasrete özlemin,
    Emeğe alın terinin,
    Toprağa bedenin,
    Yoldaş, arkadaş olması.

    Sebepsiz değildir;
    İnsana, bitkiye, hayvana,
    Canlıya, cansıza, taşa, toprağa,
    Bahşedilen bu Dünyada,
    Belki anlarız, fark ederiz diye,
    ‘Olum’dan,ʻÖlümʼe,
    Hiçliğimize nazar edercesine,
    Belli belirsiz,
    Sırat niyetine,
    Dört küçük nokta koyulması.

  • Dostun Olmalı

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Yüreğini senden daha iyi tanıyan,
    Öfkelenmeni huzurla karşılayan,
    Gülmelerini anlayıp da, mendil hazırlayan,
    Bir dostun olmalı!

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Giderken sonu belirsiz kavgalara,
    Çatılmış kaşları, sıkılmış yumruklarıyla
    Yanında olan.
    Küfürler, beddualar dökülürken dilinden ağzından,
    Elleriyle ağzını kapatan.
    Kesik çiziklerine sargı bezi, bant, merhem
    Yara berelerine pansuman,
    Bir dostun olmalı!

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Aşık olup da ağladığında, sana omzunu uzatan.
    Tükenene kadar hıçkırıkların, iki büklüm yanında oturan.
    Bağırmalarına, isyanlarına kucak açan.
    Mey sofralarında sabahlarken sen,
    Sabır ve tebessümle saçlarını okşayan,
    Sızınca sırtına alıp, evine taşıyan,
    Bir dostun olmalı!

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Vakitli vakitsiz aramalarında,
    Feryat edip de haykırdığında,
    Başın sıkışıp da ağladığında,
    Sana koşan.
    Çaresizlik içinde savrulurken sen,
    Kör kuyuların, girdapların içinden
    Çekip alan.
    Kem gözlere, bed sözlere, kör kurşunlara,
    Siper olan.
    Bir dostun olmalı!

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Anana babana sen, yavukluna ağabey,
    Kardeşine kardeş, ailene baba olan.
    Vururken sana yağmur, kar, fırtına, boran,
    Üzerine kapanıp da seni saran, sarmalayan, koruyan,
    Nefesi yettiği kadar ısıtan,
    Bir dostun olmalı!

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Son demde yanında olup da elini tutan,
    Musalla taşında başından ayrılmayan,
    Son yolculuğunda kefenleyip de seni uğurlayan.
    Hiç olmazsa ayda bir, olmadı senede bir toprağını sulayan.
    Felak, Nas, Fatiha, Kur’an,
    Ya da Zebur, Tevrat, İncil okuyan.
    İster soldan, ister sağdan,
    İnanan ya da inanmayan.
    Ama delikanlı mı delikanlı, adam mı adam,
    Bir can dostun olmalı!..