Yazar: Omer Faruk Ertem

  • Dostun Olmalı

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Yüreğini senden daha iyi tanıyan,
    Öfkelenmeni huzurla karşılayan,
    Gülmelerini anlayıp da, mendil hazırlayan,
    Bir dostun olmalı!

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Giderken sonu belirsiz kavgalara,
    Çatılmış kaşları, sıkılmış yumruklarıyla
    Yanında olan.
    Küfürler, beddualar dökülürken dilinden ağzından,
    Elleriyle ağzını kapatan.
    Kesik çiziklerine sargı bezi, bant, merhem
    Yara berelerine pansuman,
    Bir dostun olmalı!

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Aşık olup da ağladığında, sana omzunu uzatan.
    Tükenene kadar hıçkırıkların, iki büklüm yanında oturan.
    Bağırmalarına, isyanlarına kucak açan.
    Mey sofralarında sabahlarken sen,
    Sabır ve tebessümle saçlarını okşayan,
    Sızınca sırtına alıp, evine taşıyan,
    Bir dostun olmalı!

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Vakitli vakitsiz aramalarında,
    Feryat edip de haykırdığında,
    Başın sıkışıp da ağladığında,
    Sana koşan.
    Çaresizlik içinde savrulurken sen,
    Kör kuyuların, girdapların içinden
    Çekip alan.
    Kem gözlere, bed sözlere, kör kurşunlara,
    Siper olan.
    Bir dostun olmalı!

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Anana babana sen, yavukluna ağabey,
    Kardeşine kardeş, ailene baba olan.
    Vururken sana yağmur, kar, fırtına, boran,
    Üzerine kapanıp da seni saran, sarmalayan, koruyan,
    Nefesi yettiği kadar ısıtan,
    Bir dostun olmalı!

    Bu dünyada dostun olmalı.
    Son demde yanında olup da elini tutan,
    Musalla taşında başından ayrılmayan,
    Son yolculuğunda kefenleyip de seni uğurlayan.
    Hiç olmazsa ayda bir, olmadı senede bir toprağını sulayan.
    Felak, Nas, Fatiha, Kur’an,
    Ya da Zebur, Tevrat, İncil okuyan.
    İster soldan, ister sağdan,
    İnanan ya da inanmayan.
    Ama delikanlı mı delikanlı, adam mı adam,
    Bir can dostun olmalı!..

  • Bir Umudum Var

    Bir umudum var,
    Bahar rüzgarlarının serinliğine bürünmüş, estiğinde üşütmeyen,
    Gözlerimin derinliklerine ince bir ışık gibi süzülen,
    Gecenin en karanlık anında, bir yıldız gibi titreyen, sönmeyen…

    Bir umudum var,
    Kirpikleri nisan yağmurlarına bulanmış, toprağın derin uykusunda
    filizlenen,
    Göğe uzanan incecik bir fidan,
    Kökleri kırık zamanlara, dalları yarınlara değen…

    Bir umudum var,
    Dağların doruklarında saklı, rüzgarlarla dans eden kelebekler gibi
    narin,
    Adını bilmediğim uzak denizlerde sessizce dalga kıran,
    Ama yine de, göç yolunu şaşırmış kuşlar gibi yolunu arayan…

    Bir umudum var,
    Avuçlarımda tutamadığım, ama ellerimden kayan ırmak gibi her gün yeniden
    doğan,
    Sessiz gecelerde Ay ışığıyla konuşan,
    Her sabah, Güneşin ilk bakışında kalbimde filizlenen…

    Bir umudum var,
    Zamanın yorgun yüzüne su gibi dokunan,
    Paslanmış kapıların aralığından bir ışık hüzmesi gibi içeri sızan,
    Ve yıkılmış duvarların arasında, tek kır çiçeği gibi açan…

    Bir umudum var,
    Sözcüklerin tükendiği yerde, sessizliğin içinden bir çığlık gibi doğan,
    Kırık dökük bir kemanın titreyen telinden yükselen,
    Ve güçlü bir ses gibi rüzgara karışan…

    Bir umudum var,
    Bir çocuğun gözlerinde saklı,
    Henüz ağlamamış bir gözyaşı,
    Henüz kirlenmemiş bir gülüş gibi saf ve dingin…

    Bir umudum var,
    Geceler boyu yıldızlarla konuşan,
    Ve sabah olunca gözlerimi kamaştıran altın renkli bir gün doğumu gibi,
    Karlarla örtülü bir vadide ilkbaharın ilk soluğu gibi
    Ansızın gelen ve her şeyi değiştiren…

    Bir umudum var,
    Yorgun gemilerin fırtınalı denizlerden sağ salim döneceğine dair,
    Ve ellerini unutmuş bir sevgilinin, bir gün yine ait olduğu avuçları
    bulacağına dair,
    İnce bir inanç, sönmeyen bir kandil gibi içimde yanan…

    Bir umudum var,
    Kışın en sert rüzgarında içimi ısıtan,
    Ve soğuk gecelerde gözlerime, derin bir uyku gibi inen,
    Bir sıcaklık, bir sığınak, belki de hayatın kendisi kadar kırılgan ama
    bir o kadar güçlü…

    Bir umudum var,
    Belki de bütün yollar tükenmişken,
    Ansızın beliren ince bir yol gibi,
    Beni kendine çağıran ve “devam et” diyen…

    Bir umudum var,
    Kendi içimde sakladığım, adını kimsenin bilmediği,
    Ve belki de sadece, kalbimin en sessiz köşesinde,
    Her gün yeniden doğan…

    Bir umudum var,
    Günlerden bir gün, rüzgar durduğunda,
    Kırık dallar yeniden çiçek açtığında,
    Ve zaman, yorgun gözlerime
    Bir gülüş gibi dokunduğunda,
    O zaman anlayacağım;
    Taşın kalbinde saklı o su damlasını,
    Geceyle gündüzün kavuştuğu o anı,
    Ve en çok da,
    Yalnızlığın bile yenemediği
    İnsan sesini…

    Evet,
    Bir umudum var,
    Ve o umutla
    Yeniden yürür dünya,
    Yeniden uyanır kuşlar,
    Ve yeniden
    Sever insan,
    Tüm kırgınlıklarına rağmen…

  • Varsın Olsun

    Varsın bugün mağlup olsun
    Gökyüzü.
    Ağlasın üzüntüsünden,
    Boşalsın yağmurlar sicim gibi,
    Doysun toprak, kansın
    Yeryüzü.

    Varsın bugün mağlup olsun
    İyiler.
    Delirsin öfkesinden
    Masumlar,
    Atılsın çığlıklar, gitsin uzaklara,
    Bassın bağrına, ağlasın
    Gözler.

    Varsın bugün mağlup olsun
    Çocuklar.
    Kahrolsun nasırlı yürekler,
    Kaybolsun, daha doğmayan
    Umutlar.
    Tutmasın, salınsın,
    Yitip giden hayatlar.

    Ama bilmez misin?
    Tohum her düştüğünde toprağa,
    Yeniden ve yeniden,
    Filizlenir fidanlar.
    Suyu da bulur,
    Umudu da.
    Yeniden ve yeniden,
    Yeşerir de yeşerir.
    Dallanır, kök salar,
    Barışır hayatla.
    Ta ki, bir sonraki
    Kavgaya kadar.

  • Saklanan Çocuk

    Sobelenmedi hâlâ,
    Saklanıyor içimdeki çocuk.
    Binmiş uçurtmanın sırtına,
    Bakıyor gökyüzünden;
    Oyundan çıkan,
    Sobelenmiş, öfkeli, kırgın insanlara.

    Bir bulutun arkasında,
    Saklıyor en parlak gülüşünü.
    Korkuyor büyümekten,
    Korkuyor susmaktan,
    Avuçlarında ufak beyaz taşlar,
    Hâlâ denize atılmamış, bin bir renkli düşler.

    Koşuyor rüzgâra karşı,
    Ayakkabısız, belki yaralı.
    Ama inatla,
    Toprağın kokusunu unutmadan,
    Yüzünde yağmur izleri,
    Arıyor saklandığı yerden,
    Kendini bulacak bir oyun daha.

    Bir ev yapmış kendine gölgelerden.
    Penceresi yıldız, kapısı rüzgâr,
    Dışarıda unutanlar,
    İçeride hâlâ inananlar var.

    Avuçlarında masal kırıntıları,
    Dilinde söylenmemiş şarkılar,
    Suskun, ama umudu hâlâ diri,
    Küsmemiş kendi sesine, bir tek kendisi.

    Bakıyor usulca dalların arasından,
    Kırılmış salıncaklara, unutulmuş seslere,
    “Gel” diyor, “birlikte saklanalım,
    Bu sefer, belki bulamazlar bizi…”

    Saklanıyor içimdeki çocuk.
    Renkli tebeşirlerle çiziyor hayaller,
    Sıvası dökük, çatlamış duvarlara çiçekler,
    Yeniden yapıyor, kahkahalardan uçurtmalar.

    Sobelenmedi hâlâ,
    Yanağında, güneşten utangaç bir gamze.
    Koşuyor, gözlerimin en derin köşelerine.
    Her şeye rağmen,
    Sevmeyi bilen, inanan hâliyle.

    Bilir ki
    Her saklanan,
    Bir gün bulunur.
    Ama içimdeki çocuk,
    Belki de bulunmak istemez.
    Çünkü saklanmak,
    Bazen güzeldir büyümekten.

    Bir gün belki de,
    Gökyüzünden atlayacak cesaretle.
    Dünyanın bütün kırgın insanlarına,
    Teklif edecek bir oyun daha:
    “Haydi gelin, en başından,

    Yeniden başlayalım, hep birlikte…”

  • Memleketim

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Sabahlar, karanlığa örtü oluyor,
    Yolcu ediyor kendi yoluna.
    İşçiler, uyanıyor yine her sabaha.
    Yollara düşüyor emeğin, alın terinin
    O kutsal pak yoluna, nefer oluyor.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Başaklar, secde ediyor o temiz ışığa.
    Toprak, şükrediyor yağan yağmura.
    Ve tohumlar…
    Hayat vermek için, karışıyor toprağa,
    Alın terleriyle yıkanmış canlara.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Çocuklar, temiz çocuklar…
    Parlıyor yüzleri, gözleri gülüyor.
    Yürekleri küçük, umutları büyük.
    Şarkı söylüyorlar coşkuyla.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Gençler sımsıkı, kol kola, el ele.
    Çağlıyor önü alınmaz sel gibi.
    Akıyorlar bozkırlardan, dağlardan, tarlalardan,
    Şehirlerden, köylerden, kasabalardan,
    Türkü söylüyorlar hep birlikte.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Gündüzü gece, gecesi gündüz kardeşlerim;
    Kimisi katran karası madenlerde,
    Kimisi tarlalarda hasat peşinde,
    Kimisi fabrikalarda elleri nasırlı,
    Teri, can suyu demire.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Şifa dağıtıyor beyaz önlükleriyle,
    Akılla, bilimle hemhal secdesi kıblesi,
    Yazıyor, çiziyor defteri, kalemiyle,
    Koşarak geliyorlar kol kola hep birlikte.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Trenler, vapurlar, otobüsler,
    Taşıyor bedenleri bir baştan bir başa.
    Hayaller kuruluyor yollarda,
    Her biri masal, her biri ağıt,
    Her biri türkü, her biri aşık.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Camiler, kiliseler, havralar,
    Ezanlar, çanlar, hazanlar,
    Halaylar, sirtakiler, yarkusta,
    Aynı evde, aynı damın altında,
    Aynı yazın sıcağında, aynı kumsalda,
    Aynı kışın soğuğunda, aynı sobanın etrafında.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğacak
    her sabah.
    Gözlerimiz ufuklara bakacak,
    Gönüllerimiz aynı türküleri söyleyecek.
    Hep birlikte; el ele, kol kola,
    Yüreklerimiz aynı coşkuyla çarpacak.
    Hakla, emekle, adaletle, alın teriyle,
    Memleketim Memleket olacak.

  • Şenlik Dede’de Çocukluğum

    Bir zamanlar ben de çocuktum herkes gibi.

    Anılarımı hatırlayabildiğim yaş,

    Dört-beş arası.

    Evimiz vardı süs havuzlu,

    Ahşaptan üç katlı.

    Önünde yamuk yumuk, küp şeklinde,

    Tükürükler içinde,

    Ufak tefek,

    Arnavut kaldırım taşları.

    Her sabah bir ses!

    Ama yaşlı mı yaşlı,

    Uzaklardan gelirdi sesi, bağırırdı:

    “Taze sıcak ekmekçiiii”…

    At arabası ile gelen;

    Şefkat dolu, yorgun yüzlü,

    Mahallenin ekmekçisi,

    Ali Dede’ydi.

    Koşardım yanına.

    Biraz ürkek, biraz korkuyla,

    Dokunmak isterdim!

    Onun gibi yaşlı,

    Yol arkadaşı.

    Beyaz renkli atına.

    Uzatırdım yüz kuruş,

    Alırdım iki somun ekmek,

    Her biri elli kuruş.

    Gitmesini beklerdim.

    Ali Dede, beyaz atı, arabası.

    Hele de o tekerleğin gıcırtısı.

    Dönene kadar köşeyi, ardından bakardım.

    Lakap diye takmıştı büyükler;

    Kısa donlu, çirkin suratlı, sümüklü veletler.

    Düşünürdüm, “Bilmezler mi?” diye!

    Kısa donun şort olduğunu,

    Aklı kısa yaşı büyükler.

    Sırf inadına, ama inadına kızdırırdım onları!

    Sonra da koşarak kaçardım onlardan,

    Bir çocuksu korkuyla.

    Düşerdim yüzüstü, tükürükler içindeki,

    Arnavut taşlarına…

    Vururdum kolumu, bacağımı.

    Ve bazen de başımı.

    Bakkal İsmail amcadan aldığım akide şekerlerim;

    Kısa donumdan, şortumdan;

    Arnavut taşlı yola, dört bir yana,

    Savrulurdu, dağılırdı…

    Biraz kızgın, biraz ağlamaklı!

    Düşmeden bilemezsiniz!

    Acılar içinde biraz öfkeli,

    Yerden toplayıp ta yiyememek,

    Renkli akideleri.

    Dönerdim arkadaşlarımın arasına.

    Mağrur ve gururlu!

    Zafer kazanmış bir edayla!

    Biraz da, belki azıcık,

    Derisi yüzülmüş kol, bacak yaralarıyla.

    Eeee hayat bu ya!

    Her kavganın ve zaferin

    Bir bedeli vardı.

    Kabak da benim akidelerimin

    Başına patladı.

    Suat, Cenk, Soner, Muhittin,

    Adaşım Engin!

    Hani hep birliktik bu çocuksu kavgalarda!

    Korkuyu, öfkeyi,

    Sevgiyi,

    Arkadaşlığı,

    Ve hatta ihaneti, satılmışlığı;

    Bu tükürüklü,

    Arnavut taşlı sokaklarda,

    Çocukluğumda öğrendim!

    Zaman geçti, yaş ilerledi.

    Su misali.

    Geldi çattı, beyaz yakalı,

    Siyah önlüklü,

    Haylaz mı haylaz,

    Yaramaz mı yaramaz,

    Okul dönemi.

    Abimle birlikte ailede;

    Ümitler, nazarlar üzerimizde!

    Gelecek kaygısında,

    Ateşten gömlek içinde;

    Yetmişler, Seksenler…

    Zorlu mu zorlu, kavgalı mı kavgalı,

    Sağ, sol cenderesinde,

    Nice canlar, nice bedenler

    Tükendi.

    Daha renklerin ne olduğunu tam bilmeden,

    Hayat bana gösterdi.

    Siyahın ve grinin tonlarını öğretti.

    Halbuki ben o ana kadar,

    Adını sonradan öğrendiğim,

    Paslı demirin rengini,

    Açık kahverengini,

    Soğuk Demirci Ustası babamın,

    Öğlen yemeği için eve gelirken,

    Nasırlı, terli ellerinde gördüm…

    Ve bazen yazları,

    Terden ıslanan yüzünde,

    Çatlayan dudaklarında;

    Susuzluğu, onuru,

    Dik duruşu, emeği gördüm…

    Sıraya girerdi komşular birer birer!

    Kırardım camlarını top oynarken,

    İstemeden teker, teker.

    Canım babam, “Kim bilir akşama ne der?”

    O çatlak, nasırlı ellerde,

    Sevgiyi, şefkati gördüm…

    Sonradan bildim.

    Nedir alın teri?

    Bu basamakları çıkarken usulca,

    Yavaş yavaş;

    Bilmeden, kendiliğinden,

    O çocukluğumu,

    Arnavut taşlarına gömdüm…

    Dayanaktı Anam, bilirim,

    Az çekmedi.

    Hani eskiler der ya!

    “Bir gün yüzü pek görmedi.”

    Her ne kadar kızsa da Ağabeyim,

    O, inancı uğrunda,

    Bir siyah güvercindi.

    Ve hâlâ kanatları üzerimizde,

    Bizi beklemekte…

    Şimdi yok Arnavut kaldırımları,

    Yok artık ufak tefek parke taşları.

    Yaşananlar anılarda,

    Adımladığım yollarda kaldı.

    Üstü kapandı hep, asfalt döşendi.

    Ahşap ev de yok artık.

    O tahta kokuları,

    Gri betonlara, solgun rüzgarlara büründü.

    Ağabeyim, kız kardeşim,

    Anam, babam.

    Epey zaman oldu,

    Onlar buraları çoktan terk etti…

    Bazen geçerken Şenlik Dede’de

    Arka sokaklardan,

    Tanıyamadığım yaşlı yüzler,

    Selam veriyorlar.

    Soruyorlar babamı, annemi,

    Yaşıtlarım ise

    Ağabeyimi, kız kardeşimi.

    Saygıyla, özlemle ellerini sıkıyorum,

    Cevap veriyorum!

    Ben hâlâ aynı sokaktayım.

    Belki de eşim

    Ve iki küçük yavrumla,

    Anılarımı nakşettiğim,

    Arnavut kaldırımlarının,

    Yeniden, son bir kez,

    Çıkmasını bekliyorum…

  • Dalgalı Soru

    Bir ikindi vakti,
    Demir aldı vapur Kadıköy’den.
    İçinde, bin bir çeşit insan,
    Yüksek sesle konuşan.
    Çevresine yabancı, kendisine aşık,
    Kahkaha atan.
    Kimisi renkli kumaştan,
    Kiminin hali perişan.

    Hepsi doluşmuş,

    Beyaz kuğunun sırtına,

    Denizi yara yara,
    Ağır ağır, kıyıdan kıyıdan,
    Yol alıyor, Beşiktaş’a.

    Arka salonda tam ortada,
    Kanunla dertli dertli çalan,
    “İkinci baharı yaşıyor ömrüm”,
    Nameleri dökülürken,
    Gözlerim daldı mavi denize,
    Vapurun kirli camından.

    Kaç bahara daha ulaşır insan,
    Daha bitmeden, dökülen yaprakların hesabı?
    Daha bilmeden,
    Kaç yüreğin,
    Kaç sözün,
    Bilinmeden cevabı?…

  • Büyüme Küçüğüm

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Elin yüzün kirli, oynadığın misketleri,
    Sokakta bulduğun mavi gözlü yavru kediyi,
    Rengarenk etrafa saçılan, gökkuşağından düşleri,
    Yastık, yorgan, kale yaptığın odana
    Taşıyamazsın…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Dizleri yırtık, fermuarı bozuk pantolonunla,
    Boğazını yırtarcasına bağıra çağıra sokaklarda,
    Bir baştan bir başa umursamaz tavırlarla,
    İstesen de bir daha,
    Koşamazsın…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Kazanmak için arkadaşın iddiasını,
    Hem simidini, hem de kolasını,
    Çekemezsin, komşu kızların örgülü saçlarını,
    Sıkamazsın, kimseye aldırmadan çocukluk aşkının yanağını.
    O çamurlu tozlu yollarda, çelme takıp ta,
    İtemezsin arkadaşını…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Çıkaramazsın umursuzca dilini.
    Kağıttan yaptığın kayığına yüklediğin hayallerini,
    Gidonu eğik üç tekerlekli bisikletini,
    Yalayıp ta bitiremediğin elma şekerlerini,
    Boşuna arama bulamazsın bir daha,
    Sana verdikleri neşeyi, mutluluğu, sevgiyi.

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Sokak savaşlarında attığın taşlarla,
    Mahalle maçlarında vurduğun toplarla,
    Konu komşunun, bakkal amcanın camlarını
    Kıramazsın.
    Öylesine masum, öylesine huzurlu, öylesine özgür…
    Bırak küçüğüm!
    İçindeki çocuk öyle kalsın.

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Yaş alıp yaşlandıkça,
    Hırlıyı, hırsızı, saygısızı tanıdıkça,
    Bir şey yapamamanın üzüntüsü, öfkesiyle,,
    Biriktirdiğin keşkelerin ve pişmanlıklarınla
    Rahat ve huzurlu bakamazsın.
    Hayata, insanlara,
    Aynalara…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Kuşları, kedileri, çiçekleri.
    Gemileri, kamyonları, arabaları.
    Tebeşirle çizdiğin komşu evlerin duvarları.
    Arkandan bağırırken mahallenin teyzeleri, amcaları,
    Gelince sen de aynı yaşa,
    Bakma arkana, bulamazsın artık onları.
    Sende bıraktıkları,
    Anıları…
    Dostlukları…
    Arkadaşlıkları…
    Yaşanmışlıkları…

  • Meleğim

    Uyandığında sabaha,

    Gözlerindeki ışıkla,

    Ben yeniden doğarım,

    Sana her bakışımda,

    Bir dua gibi,

    Adını mırıldanırım: Meleğim…

    Hatırlamazsın, bilemezsin, ilk kez kucağıma aldığımda,

    Minicik parmakların titreyerek elimi kavradı,

    Ve benim adım o an ‘Baba’ydı.

    Bilmezsin henüz,

    Nasıl titrerdi içim,

    O minicik ellerini tuttuğumda,

    Sanki dünya avuçlarımda çatlardı,

    Ve seninle yeniden kurulurdu.

    İlk defa “Baba” dediğin günü unutamam,

    Dilin dönmedi, ama gözlerinle söyledin,

    İşte o an, içimde tüm fırtınalar sustu.

    Bir zamanlar yalnızca kendime ait olan kalbim,

    Artık seninle çarpıyor.

    Her kahkahan,

    Her düşüşün,

    Her gözyaşın,

    Bir nehir gibi içimden akıyor.

    İlk adımını atarken,

    Bocalarken,

    Gözlerindeki kararlılığı gördüğümde,

    Anladım:

    Sen, bana öğretilmiş en büyük cesaretmişsin.

    O ilk adımlarında, bana doğru gelirken,

    Düşe kalka, ama vazgeçmeden,

    Gözlerindeki o ışıltıyı, hâlâ her sabah ararım.

    Bazen uyurken yanağına bir buse,

    Gizlice öperim,

    Ve korkarım;

    Zaman geçmesin,

    Saçlarının kokusu,

    Hep böyle kalsın,

    O ufacık ellerin hep bana sarılsın…

    Ve o Ayşe… Hani sana aldığım bez bebeğin,

    Her sabah uyanır uyanmaz, onu sıkıca kucakladığın,

    ‘Bak baba, Ayşe de seni seviyor’ dediğin an,

    İşte o an, dünyadaki bütün sevgiler sustu,

    Bir tek sen ve Ayşe’nin bakışı kaldı bana.

    Büyüyorsun, Meleğim,

    Bazen gözlerimin önünde,

    Bazen uykularımda…

    Ve ben tutamıyorum zamanı,

    Ne yapsam da,

    Her geçen gün biraz daha az sığar oldu kollarıma…

    Ama bil ki,

    Sen büyürken,

    İçimde büyüyen bir şey daha var:

    Sana olan sevgim,

    Korkularım,

    Ve sonsuz hayranlığım.

    Gülüşünle başlar her sabah,

    Ve sen üzülürsen,

    Dağılır içimdeki gökyüzü…

    Bir sabah uyandığında, gözlerini açıp bana gülümseyişin,

    Hayatımda gördüğüm en güzel sabah oldu,

    Bin sabaha razıyım, o gülüşü görmek için.

    Meleğim,

    Hayat bazen sert esen rüzgarlar getirecek sana,

    Ama unutma,

    Her fırtınada bir dağ gibi duracağım arkanda,

    Bir baba gibi değil,

    Sonsuz bir sevda gibi,

    Bir sığınak gibi.

    Hatırlamanı isterim: İlk kez denize girdiğimizde,

    Korkuyla sarıldın boynuma, “Baba düşer miyim?” dedin,

    Sana söz verdim, ‘Asla bırakmam.’

    Ve bu söz, ömrümün en büyük yeminidir sana.

    Sen büyüdükçe,

    Ben senden öğrendiklerimi saklayacağım kalbimde,

    Seninle yeniden çocuk olmayı,

    Seninle yeniden insan olmayı…

    Ve bir gün,

    Belki benden uzakta,

    Kendi yolunu yürürken,

    Bil ki,

    Her adımında,

    Sessizce, gözyaşlarımla dua olacağım sana:

    Meleğim…

  • Toprak

    Toprak,
    Hiç küsmez insana.
    Ne varsa içinde, verir.
    Yoktur bir isteği, karşılığı,
    Ne ekilirse bağrına,
    Ne karılmışsa emekle, terle,
    Olduğu gibi verir insana, olduğu gibi.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç kırılmaz insana.
    Yağmurda, karda, çamurda,
    Varsa üstünde birikmiş suyla,
    Arkasında olmayan sırla,
    Olduğu gibi yansıtır insana, olduğu gibi.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç darılmaz insana.
    Parayı put yapmış doyumsuzlarca,
    Bırakılsa da ilgisiz, kullanılsa da hoyratça,
    Sürekli kirletilse de ahlaksızca,
    Varsa son bir gücü,
    Karşılıksız verir insana, karşılıksız verir.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç vazgeçmez insandan.
    Nasıl ki vazgeçmezse anne yavrusundan,
    İlahi takdirle çıkmışsa bağrından,
    Elbette, O’na dönecektir insan,
    Dönecektir elbette, sonunda.
    Ne bir saniye geç, ne bir saniye erken.
    İşte o an, anlamsızdır zaman,
    Hükümsüzdür insan.

    Toprak,

    Bir Dünya idi.
    Tıpkı, bizden öncekiler gibi.
    Ekilip gidilecek,
    Var yok sofrasında,
    Üzeri örtülecek,
    Hay huy kavgasında,
    Silinip gidecek,
    Elbet bir gün,
    Mizanı görülecek,
    Bedenlerin döşeği idi.