Yazar: Omer Faruk Ertem

  • Sebepsiz Değildir

    Sebepsiz değildir;
    Bir canın doğması,
    Göz açması hayata,
    Vurduğu mührüdür ağlaması,
    Taze beden olsa da.
    Henüz hiçken,
    O da nefesiyle ısıtacak,
    Yaş alacak yıl alacak, yaşlanacak,
    Sarp, engebeli, düz ya da bozuk yolunda.
    İspatı;
    Bitirdiği zaman süreli yaşamı,
    Altına atacak imzasını,
    Ya da basacak parmağını.
    Yazacak kainata el yazısıyla,
    Kendi yazısını,
    Mümkün değil inkarı.

    Sebepsiz değildir;
    Rüzgarla bulutun kol kola olması,
    Yağacak,
    Her bir damlası
    Islatacak,
    Kurak bedenleri, toprakları.
    Gürbüz başaklar, umut tohumları,
    Boy alıp ta verecek azık darı.
    O da rahmet eliyle bereket olup,
    Kuracak sofrayı.

    Sebepsiz değildir;
    Kalleşle hainin kardeşliği,
    Beklerken sahipsiz köşelerde,
    Nasipsiz ruhlarda,
    Düğmesiz, dikişsiz, çırılçıplak,
    Karanlığı kıyafet yapmış pusuda,
    Yurtta, yolda, yuvada,
    Yaslanırken arkadaşlara, aşklara,
    inandığı değerli dostlara,
    Bir tokat gibi çarparken yüzüne, sırtına,
    Ama kurşun, ama bıçak yarası.

    Sebepsiz değildir;
    Geceye gündüzün sokulması,
    Kışa, kara, yağmura,
    Baharın yazın sarılması.
    Dönen devranın cazibesine bakıp ta
    İlk anın tarifsizliğinde,
    Yol alıp akması.
    Bir kör nefsin aymazlığında,
    Yitip gitmesi vicdanın,
    Kaybolması aklın,
    Toz gibi savrulması.

    Sebepsiz değildir;
    Denizde dalganın nazlı nazlı yol alması,
    Salınması.
    Balığa, mercana, bin bir türlü canlıya,
    Havasız, rüzgarsız, bulutsuz,
    Yuva kurulması.

    Sebepsiz değildir;
    Ar ile hayanın birlikteliği,
    Edep ile yar olur ruh içinde beden,
    Haya ile aşık olur ruha güzel her dem.
    Söyletir dile, yazdırır kaleme,
    Vardır bir bildiği.
    Bu alemde kurar elbette,
    Kardeşliği, sevgiyi, muhabbeti.

    Sebepsiz değildir;
    Ozan’a sazın,
    Kaleme defterin,
    Söze dilin,
    Gönüle gözün,
    Aşka yüreğin,
    Hasrete özlemin,
    Emeğe alın terinin,
    Toprağa bedenin,
    Yoldaş, arkadaş olması.

    Sebepsiz değildir;
    İnsana, bitkiye, hayvana,
    Canlıya, cansıza, taşa, toprağa,
    Bahşedilen bu Dünyada,
    Belki anlarız, fark ederiz diye,
    ‘Olum’dan,ʻÖlümʼe,
    Hiçliğimize nazar edercesine,
    Belli belirsiz,
    Sırat niyetine,
    Dört küçük nokta koyulması.

  • Süleymaniye’ye Teselli

    Süleymaniye!
    Getirdi beni sana, bir garip rüya.
    Mahzun gördüm seni.
    Pencerelerinden bakıyordun uzaklara.
    Sen ki, mimarınla baninle, yedi tepenin sultanısın,
    Yalnız değilsin,
    Bu mukaddes şehirde.
    Sultanahmet, Bayazıt yanında,
    El sallıyor üvey kardeşin Ayasofya.

    Büyük ustanın ortanca yetimi,
    Kaç yüzler, kaç binler,
    Dualar eden nasırlı eller,
    Harcına akıtmış hem gözyaşı, hem alın teri.
    Kubben altında secde ediyor,
    Yüzyıllardır yüzbinlerce gönül eri.
    O muhteşem şerefelerinden beş vakit,
    Yükseldikçe semaya ezanlar,
    Mağrip’ten Hicaz’a, İstanbul’dan Endülüs’e
    Saf tutmuş, raks ediyor tertemiz gönüller, ruhlar.
    Kalem olmuş minarelerin yazıyor arşa,
    Elifler, ilahiler, kasideler,
    Dökülüyor dillerden dualar.

    Süleymaniye’de bir başka yağar yağmur,
    İhramdır esen rüzgar,
    Ne yürekler, ne de bedenler ıslanır,
    Her sabah, arkandan doğan Güneş seni kıskanır,
    Seni gözyaşları değil, sana gölge yapan bulutlar ıslatır.

    Büyük ustanın ortanca yetimi,
    Kurulmuşsun İstanbul’un tahtına.
    O tepeden göz kırpıyorsun,
    Sabah akşam inananlara.
    Kaç bayram yaşadın, kaç güneş batırdın o yorgun sırtında,
    Dört bir yana müjdeler dağıtırsın avlunda,
    Ulak olur, dua olur Rahman’a, İstanbul’un rüzgarında.
    Selam olsun temelinden, taşından,
    İbrahim milletinden Fener’e Balat’a,
    Adı okunur, sabah akşam İstanbul’un kulağına,
    Senin ezanlarında.

    Kıskanma sakın, başkası yok!
    Olmadı, olmayacak,
    Senin kadar bu şehre yakışan.
    Mahzun olma, en yakın gönüldaşın,
    Büyük Usta Koca Sinan,
    Yatıyor yanı başında.

  • Büyüme Küçüğüm

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Elin yüzün kirli, oynadığın misketleri,
    Sokakta bulduğun mavi gözlü yavru kediyi,
    Rengarenk etrafa saçılan, gökkuşağından düşleri,
    Yastık, yorgan, kale yaptığın odana
    Taşıyamazsın…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Dizleri yırtık, fermuarı bozuk pantolonunla,
    Boğazını yırtarcasına bağıra çağıra sokaklarda,
    Bir baştan bir başa umursamaz tavırlarla,
    İstesen de bir daha,
    Koşamazsın…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Kazanmak için arkadaşın iddiasını,
    Hem simidini, hem de kolasını,
    Çekemezsin, komşu kızların örgülü saçlarını,
    Sıkamazsın, kimseye aldırmadan çocukluk aşkının yanağını.
    O çamurlu tozlu yollarda, çelme takıp ta,
    İtemezsin arkadaşını…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Çıkaramazsın umursuzca dilini.
    Kağıttan yaptığın kayığına yüklediğin hayallerini,
    Gidonu eğik üç tekerlekli bisikletini,
    Yalayıp ta bitiremediğin elma şekerlerini,
    Boşuna arama bulamazsın bir daha,
    Sana verdikleri neşeyi, mutluluğu, sevgiyi.

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Sokak savaşlarında attığın taşlarla,
    Mahalle maçlarında vurduğun toplarla,
    Konu komşunun, bakkal amcanın camlarını
    Kıramazsın.
    Öylesine masum, öylesine huzurlu, öylesine özgür…
    Bırak küçüğüm!
    İçindeki çocuk öyle kalsın.

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Yaş alıp yaşlandıkça,
    Hırlıyı, hırsızı, saygısızı tanıdıkça,
    Bir şey yapamamanın üzüntüsü, öfkesiyle,,
    Biriktirdiğin keşkelerin ve pişmanlıklarınla
    Rahat ve huzurlu bakamazsın.
    Hayata, insanlara,
    Aynalara…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Kuşları, kedileri, çiçekleri.
    Gemileri, kamyonları, arabaları.
    Tebeşirle çizdiğin komşu evlerin duvarları.
    Arkandan bağırırken mahallenin teyzeleri, amcaları,
    Gelince sen de aynı yaşa,
    Bakma arkana, bulamazsın artık onları.
    Sende bıraktıkları,
    Anıları…
    Dostlukları…
    Arkadaşlıkları…
    Yaşanmışlıkları…

  • Meleğim

    Uyandığında sabaha,

    Gözlerindeki ışıkla,

    Ben yeniden doğarım,

    Sana her bakışımda,

    Bir dua gibi,

    Adını mırıldanırım: Meleğim…

    Hatırlamazsın, bilemezsin, ilk kez kucağıma aldığımda,

    Minicik parmakların titreyerek elimi kavradı,

    Ve benim adım o an ‘Baba’ydı.

    Bilmezsin henüz,

    Nasıl titrerdi içim,

    O minicik ellerini tuttuğumda,

    Sanki dünya avuçlarımda çatlardı,

    Ve seninle yeniden kurulurdu.

    İlk defa “Baba” dediğin günü unutamam,

    Dilin dönmedi, ama gözlerinle söyledin,

    İşte o an, içimde tüm fırtınalar sustu.

    Bir zamanlar yalnızca kendime ait olan kalbim,

    Artık seninle çarpıyor.

    Her kahkahan,

    Her düşüşün,

    Her gözyaşın,

    Bir nehir gibi içimden akıyor.

    İlk adımını atarken,

    Bocalarken,

    Gözlerindeki kararlılığı gördüğümde,

    Anladım:

    Sen, bana öğretilmiş en büyük cesaretmişsin.

    O ilk adımlarında, bana doğru gelirken,

    Düşe kalka, ama vazgeçmeden,

    Gözlerindeki o ışıltıyı, hâlâ her sabah ararım.

    Bazen uyurken yanağına bir buse,

    Gizlice öperim,

    Ve korkarım;

    Zaman geçmesin,

    Saçlarının kokusu,

    Hep böyle kalsın,

    O ufacık ellerin hep bana sarılsın…

    Ve o Ayşe… Hani sana aldığım bez bebeğin,

    Her sabah uyanır uyanmaz, onu sıkıca kucakladığın,

    ‘Bak baba, Ayşe de seni seviyor’ dediğin an,

    İşte o an, dünyadaki bütün sevgiler sustu,

    Bir tek sen ve Ayşe’nin bakışı kaldı bana.

    Büyüyorsun, Meleğim,

    Bazen gözlerimin önünde,

    Bazen uykularımda…

    Ve ben tutamıyorum zamanı,

    Ne yapsam da,

    Her geçen gün biraz daha az sığar oldu kollarıma…

    Ama bil ki,

    Sen büyürken,

    İçimde büyüyen bir şey daha var:

    Sana olan sevgim,

    Korkularım,

    Ve sonsuz hayranlığım.

    Gülüşünle başlar her sabah,

    Ve sen üzülürsen,

    Dağılır içimdeki gökyüzü…

    Bir sabah uyandığında, gözlerini açıp bana gülümseyişin,

    Hayatımda gördüğüm en güzel sabah oldu,

    Bin sabaha razıyım, o gülüşü görmek için.

    Meleğim,

    Hayat bazen sert esen rüzgarlar getirecek sana,

    Ama unutma,

    Her fırtınada bir dağ gibi duracağım arkanda,

    Bir baba gibi değil,

    Sonsuz bir sevda gibi,

    Bir sığınak gibi.

    Hatırlamanı isterim: İlk kez denize girdiğimizde,

    Korkuyla sarıldın boynuma, “Baba düşer miyim?” dedin,

    Sana söz verdim, ‘Asla bırakmam.’

    Ve bu söz, ömrümün en büyük yeminidir sana.

    Sen büyüdükçe,

    Ben senden öğrendiklerimi saklayacağım kalbimde,

    Seninle yeniden çocuk olmayı,

    Seninle yeniden insan olmayı…

    Ve bir gün,

    Belki benden uzakta,

    Kendi yolunu yürürken,

    Bil ki,

    Her adımında,

    Sessizce, gözyaşlarımla dua olacağım sana:

    Meleğim…

  • Toprak

    Toprak,
    Hiç küsmez insana.
    Ne varsa içinde, verir.
    Yoktur bir isteği, karşılığı,
    Ne ekilirse bağrına,
    Ne karılmışsa emekle, terle,
    Olduğu gibi verir insana, olduğu gibi.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç kırılmaz insana.
    Yağmurda, karda, çamurda,
    Varsa üstünde birikmiş suyla,
    Arkasında olmayan sırla,
    Olduğu gibi yansıtır insana, olduğu gibi.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç darılmaz insana.
    Parayı put yapmış doyumsuzlarca,
    Bırakılsa da ilgisiz, kullanılsa da hoyratça,
    Sürekli kirletilse de ahlaksızca,
    Varsa son bir gücü,
    Karşılıksız verir insana, karşılıksız verir.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç vazgeçmez insandan.
    Nasıl ki vazgeçmezse anne yavrusundan,
    İlahi takdirle çıkmışsa bağrından,
    Elbette, O’na dönecektir insan,
    Dönecektir elbette, sonunda.
    Ne bir saniye geç, ne bir saniye erken.
    İşte o an, anlamsızdır zaman,
    Hükümsüzdür insan.

    Toprak,

    Bir Dünya idi.
    Tıpkı, bizden öncekiler gibi.
    Ekilip gidilecek,
    Var yok sofrasında,
    Üzeri örtülecek,
    Hay huy kavgasında,
    Silinip gidecek,
    Elbet bir gün,
    Mizanı görülecek,
    Bedenlerin döşeği idi.

  • Bu Şehir

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Sabahın erkeni, henüz karanlığın
    Ağır ağır bastığı zamanda,
    Sokak lambalarının yanmadığı
    Zifiri karanlıkta,
    Hafif yağmurlu, çok da üşütmeyen
    Bir havada,
    Kendimi saldım sokaklara.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Üzerimde babamın verdiği,
    Çok da hoşuma giden
    Siyah yağmurlukla,
    Adımlarım hızlı hızlı kaldırımları.
    Dalarken bazen düşüncelerime,
    Ağır, ağır ve kararlı,
    Geçerken bir bir önünden,
    Dükkanların hepsi kapalı.
    Yabancıymış gibi selamlayıp,
    Gülüyorum, camlardan yansıyan kendime.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Biraz ilerde, benden çok daha önce,
    Uyanıp ta un çuvallarını taşıyan,
    Fırının kaçak çalışanları.
    Siyahın içinde parlıyor,
    Üzerlerinde un beyazı,
    Benim üzerimde siyah yağmurluk.
    Rahmet, ufaktan ufaktan ıslaklık üzerimde.
    Unun beyazı, ufaktan ufaktan kırağı sanki,
    İşçilerin bedeninde,
    Üşütmeyen, titretmeyen sokağın beşiğinde.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Kafamda bin bir tilkinin kuyrukları,
    Her bir taşı,
    Üzerine basılmış kör aşık hayatı.
    Çıkarken;
    İnce ince işlenmiş,
    Bir ters, bir düz,
    Yokuşları.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Atarken;
    Eskimiş gömleğimi,
    Sökük düğmeleriyle üzerimden,
    Soğuklara arkadaş,
    Omuzları geniş, beli dar yağmurlukla;
    Çoraplı sıkan,

    Çıplakken içi kadar özgür ayakkabımla,
    Adımlarımı.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Gezerken;
    Bir uçtan bir uca,
    Balat’tan Galata’ya,
    Yosmanın çığlığı, ayyaşın narası,
    Raks ediyor; vapurlar, dalgalar, martılar,
    Tambur, ud, keman, karışık meze kulaklarıma.
    Eksik olan ney,
    Kimse bilmez, ruha üflenmiştir nefesi;
    Sahibi tek, yeryüzü halifesi,
    Her bir melodisi Adem’in sesi;
    Bulmak için arşınlarım,
    Terli terli,
    Asude sokakları…

  • Beni Soracaksan

    Beni soracaksan, kulpsuz kapılara sor.
    Boyası dökük,
    Gevşek vidalı,
    Menteşesi kopmuş,
    Bozuk kilitli, gıcırtılı,
    Tam kapanmayan,
    Boşluklarından soğuk rüzgar kaçıran
    kapılara.

    Beni soracaksan, penceresi, damı olmayan evlere sor.
    Kiremitleri eksik, çökmüş tavanı,
    Her yağmurda akan.
    Kapı çerçeve kırık,
    Lambaları yanmayan.
    Muslukları paslı, yıkık duvarlı,
    Evsize, barksıza,
    Üç beş bahtsıza,
    Ocak diye sığınak olan
    evlere.

    Beni soracaksan, yaprağı sararmış ağaçlara sor.
    Dalları sarkmış, kırılmış,

    Gövdesi kurumuş.
    Kökleri susuz,
    Aşı tutmayan.
    Esen yele zayıf,
    Yıkıldı yıkılacak
    ağaçlara.

    Beni soracaksan, fırtınayla savrulan dalgalara sor.
    Rastgele sahillere atan,
    Sahipsiz kayıkları batıran,
    Halatları kopmuş kaderime çarpan,
    Bir sağımdan bir solumdan vuran,
    Yorgunluktan bitkin bedenimi donduran,
    dalgalara.

    Beni soracaksan, suya hasret toprağa sor.
    Başaklarını özleyen tohumlara,
    Fidanına aşık yapraklara,
    Susuz da kalsa kucak açan,
    Beni saran sarmalayan,
    Biricik yârim olan
    toprağa.

    Beni soracaksan, mürekkebi tükenmiş kaleme sor.
    Belli belirsiz yazmaya çalışan,
    Hayatın sayfalarından taşıran,
    Noktası virgülü eksik,
    Hecelerime yetersiz,
    Satır yazamayan,
    Paragraf başı yapamayan,
    Beyaza mahkûm, siyaha aşık
    kaleme.

    Beni soracaksan, mezar taşlarına sor.
    Kitabesi kayıp,
    Mermeri kırık,
    Toprağı çiçeksiz,
    Yasin’i okunmayan, sahipsiz
    mezar taşlarına..

  • Vesselam

    Sığındım sessizliğin gölgesine.
    Öyle yakıcı ki gerçekler,
    Kendi bahçemde kurumuş çiçekler,
    Susmak alev topu yüreğimde,
    Yok söndürecek kelimeler.
    Halbuki yağmalı,
    Sicim gibi, yağmur gibi
    Gözyaşları.
    Karışmadan toprağa,
    Akıp gitmeden,
    Bulaşmadan çamurlara,
    Dile gelmeli tüm gerçekler.
    Söndürmeli, korlaşmış ateşten,
    O yakan tutuşturan
    Düşünceleri.
    Hüzün oldu, hasret oldu,
    Bana yazılmayan her an,
    Mış gibi yapmadan,
    Yarınsızlara borçlanmadan,
    Basmalı o son notaya.
    Sessizliğim, kördüğümdür yarınlara.
    Çıkmasa da sesim,
    Yankılansın sessizlerin,
    Yalansız dolansız Dünyasında.
    Kırgınlığım yok,
    Yok küskünlüğüm.
    Silik, buğulu nefesim, siyah camda.
    Sızılarım birikmiş hepsi yanımda.
    Sisin ağırlığı çökmüş gözlerimde,
    Feryadım duyulmuyor, ne sağda ne solda.
    Öğrendim artık!
    Hangi taş, hangi demir, hangi ağaç,
    Uzanacak sonsuzluğa.
    Hepsi boş, hepsi…
    Ya pas tutacak, ya da toz olacak,
    Rüzgarlara kanmadan, kapılmadan,
    Ne kadar eserse essin,
    Hatta kökünden koparsa da,
    Yalnız yürümeli insan,
    Tek kişilik bu yolda.

    Zaten değil mi en güzel olanı da,
    İmkansızlığın kalemsiz yazıldığı,
    O son sayfada,
    Varsa; helallik alınacak,
    Dost, arkadaş,
    Tanıdık, yoldaş,
    Bilmesem de cevapları,
    Tamamdır benden yana.
    Hesabı, kitabı bırakıp arkada,
    Bütün bir ömrü,
    Sığdırmak tek bir satıra.
    Virgülsüz, noktasız,
    Öylesine düz, öylesine yalın,
    Miras bırakmak bu sahte dünyaya.
    Ne mutlu, duyulursa
    Anılarda, hatıralarda,
    Vesselam,
    Hoş bir seda…

  • Arzuhal

    Kardeşlerim, Dostlarım,
    Haydi gelin birlik olalım!

    Atalım,

    Günah denizlerinde boğulsun,
    Kadınlarımızı, çocuklarımızı,
    Göstermeyen
    Savaşları.

    Yakalım,
    Elimizden alınan,
    Nazlı, sevdalı insanlığımıza,
    Pranga vuran, içimizdeki
    Sen ben
    Kavgalarını.

    Vuralım
    Zincirlere,
    Kör kuyulara gelesi,
    Susuz, bereketsiz, çorak,

    Nasipsiz mahsullerin yetiştiği,
    Toprak
    Kavgalarını.

    Eritelim
    Kor ateşlerde,
    Günahsız bebeklerin uykularına,
    Açmamış çiçeklerin tohumlarına
    Kasteden,

    Masum bedenlerin katillerini.

    Ya da gidelim
    Oz Büyücüsüne,
    Çıkarsın içimizdeki
    Şeytanı.

  • Kara Trenle Gelen Hikâye

    Bir soğuk gün – 1960’larda –

    Bir kara tren,

    Çalar düdüğünü, uzun ve tizden,

    Erzurum’un ayazında, sabahında yürek üşüten,

    Bavullara sığmayan düşler,

    Dizlerinde uyuyan küçük bir çocuk,

    Annemin kalbine, umutlarla dolmuş,

    Ağır bir yük gibi düşer.

    Babam, paltosunun yakasını kaldırmış,

    Erzurum İstasyonu’ndan, İstanbul’a bakar,

    Uzun rayları izler, sıra sıra dizilmiş düşüncelerle.

    Rüzgâra, dumana karışan bir yurt, gözlerinde,

    Ekmeğin terli ve kutsal ağırlığı omuzlarında,

    Susturulmuş bir hasret taşır koca yüreğinde.

    Tren, kara geceleri delerek akar, tünellerden köprülerden.

    Rayların titreyen şarkısı, rüzgârın koynunda eserken,

    Annemin dudaklarında sessiz dualara karışır.

    Babam, hızla geçen ıssız istasyonlara,

    Dalgın dalgın bakar pencereden.

    Her durakta biraz daha uzaklaşır,

    Cala’nın, Azurt’un dağlarından, çocukluğundan,

    Abirnis Dağı’ndan, Maskur’un çayırından, Tortum’un çayından,

    Gençliğinden, memleketinden.

    İstanbul, her kilometrede biraz daha yaklaşır.

    Bir vagonda sallanır ağabeyim, uykunun eşiğinde,

    Rüya gibi bir yolculuk, kapanmış göz kapaklarında.

    Annem elleriyle okşarken saçlarını,

    Duyulur dudaklarında, yorgun bir ninni.

    Ama gözleri trenin ucunda,

    Beyazı maviyi boğan kara dumanında,

    Bir endişe, bir bilinmezlik taşır,

    Gelecek olan yeni hayata.

    Gecenin koynundan sabaha varan tren,

    Girer şehre, geçerek sislerin içinden,

    Rayların sonu, başka bir hayat, bir yeni merhaba,

    Bakarlar birbirlerine, tutarlar hayatı ellerinden.

    Ve İstanbul…

    Haydarpaşa Garı’nda ilk adımlar,

    Valizlerin yorgun telaşı,

    İnsan kalabalığının içinde,

    Bir yere kök salma umudu.

    Deniz kokusu gelir rüzgarla,

    Babam, annem, ağabeyim gözlerinde bir ışıkla,

    Sessizce bakarlar sevgiyle, umutla.

    Binerler vapura Kadıköy İskelesi’nde,

    İstanbul ayaklarının altında,

    Titreyerek uzanır mavilikler içinde.

    Martılar bağırır üstlerinde,

    Dalgalar vapurun burnunda kırılır.

    Gözlerini alan İstanbul güneşinin ışıkları arasında,

    Boğazın emektar beyaz sakini, yavaşça Beşiktaş’a yanaşır.

    Yeni bir şehir, yeni bir hayat.

    Bilinmez kalabalık sokaklar, yeni düşler.

    Ama annemin yüreğinde hep

    Eski bir evin, çocukluğunun, gençliğinin sıcaklığı saklıdır.

    Maçka’da bir sokakta,

    Bakkal Bilal’in dükkanından süzülen ışık,

    Salar geceye ilk ekmek kokularını.

    Ahşap bir eve taşırlar yorgun valizlerini.

    Sobanın üstünde kaynayan su,

    Ağabeyimin iki yaşına sığan, o telaşlı merakı,

    Bir gülüş gibi yerleşir duvarlara.

    Ben bir sesim o duvarlarda yankılanan,

    Bir bahar rüzgârı annemi gülümseten,

    Babamın avucunda ufacık bir el.

    İstanbul’un gürültüsüne,

    Henüz alışmamış ninnilerle,

    El bebek, gül bebek uyuyan bir hayal.

    Ve sonra, merhabası kız kardeşimin,

    Çoğalır sesimiz, Şenlik Dede’nin sokaklarında,

    Annemi biraz daha büyüten gecelerde,

    Büyürüz, babamın yorgun adımlarıyla.

    Her sabah ahşap evin kapısına,

    Çocuk gölgeleri düşer, uzamış sanki, biraz daha.

    Zaman, usulca iner ahşap merdivenlerden,

    Biz, biraz daha çocuk her basamakta,

    İstanbul oluruz, biraz daha.

    Şenlik Dede’de Safiye Teyze’nin,

    Üç katlı cumbalı ahşap evinde, yeni düşlere taşınırız.

    Ve sokaklar…

    Bakkal Bilal’in dükkanından,

    Şenlik Dede’nin kapısına uzanan yollar,

    Çocuk ayak izleriyle dolar.

    Okul yollarında ilk harflerimizi,

    İlk oyunlarımızı,

    İlk kayboluşlarımızı bırakırız.

    İstanbul, çocuk seslerimizle

    Dönüşür bir masala.

    Çınlayan kahkahalarımız; sokaklarda,

    Eski ahşap evlerin duvarlarında,

    Bizi hatırlayan arkadaş olur.

    Ve biz büyüdükçe,

    Geride kalır kara trenin rayları.

    Ama Erzurum’un soğuk sabahı,

    O ilk umut, babamın cebinde sakladığı,

    Ve annemin yorgun elleri,

    Bizimle yürür, İstanbul’un her köşesinde.

    Sonra zaman aldı bizi,

    Ellerimizde büyüttüğü o küçük çocukları.

    Her birimiz farklı sokaklara yürüdük,

    Farklı düşlerin peşine düştük,

    Ama her yol bizi yine aynı eve çıkardı.

    Ağabeyim genç bir adam oldu önce,

    Sırtında babamın emeği,

    Yüreğinde annemin duası,

    Hayatın taşlı yollarında yürüdü usulca.

    Ben ise, gözlerimde İstanbul’un ışığı,

    Bir kalem gibi kazıdım hayatı,

    Kendi sesimi ekledim, şehrin gürültüsüne.

    Kız kardeşim,

    Gözlerinde baharın tazeliğiyle,

    Kendi yolunu ördü ince ince.

    Evlendik,

    Kendi yuvalarımızı kurduk,

    Ama hiçbir zaman yalnız olmadık.

    Birlikte büyüyen köklerimiz,

    Ayrı dallara uzansa da,

    Aynı gökyüzüne bakıyorduk her gece.

    Babamızın sessiz dirayeti,

    Annemizin dualarla ördüğü sabır,

    Bizim en sağlam sığınağımızdı.

    Ne zaman düşsek,

    Ellerini uzatan, hep o eski evdi.

    Ne zaman eksilsek,

    Kalbimizi tamamlayan o eski sokaklar.

    Geçti şimdi zaman,

    Büyüdük biz de,

    Ama çocukluğumuz hâlâ Maçka’da bir sokakta,

    Ahşap bir evin sıcak penceresinde,

    Ve annemin dizlerinde uyuyan

    O eski hayallerde saklı.

    Bir kara trenin raylarında başladı bu hikâye,

    Ama ne Erzurum bitti içimizde,

    Ne ışığı eksildi İstanbul’un, gözlerimizde.

    Biz hep bir olduk,

    Farklı yollarda yürüsek de,

    Aynı şefkatin, aynı emeğin,

    Aynı sevdanın çocukları olduk.