Bir zamanlar ben de çocuktum herkes gibi.
Anılarımı hatırlayabildiğim yaş,
Dört-beş arası.
Evimiz vardı süs havuzlu,
Ahşaptan üç katlı.
Önünde yamuk yumuk, küp şeklinde,
Tükürükler içinde,
Ufak tefek,
Arnavut kaldırım taşları.
Her sabah bir ses!
Ama yaşlı mı yaşlı,
Uzaklardan gelirdi sesi, bağırırdı:
“Taze sıcak ekmekçiiii”…
At arabası ile gelen;
Şefkat dolu, yorgun yüzlü,
Mahallenin ekmekçisi,
Ali Dede’ydi.
Koşardım yanına.
Biraz ürkek, biraz korkuyla,
Dokunmak isterdim!
Onun gibi yaşlı,
Yol arkadaşı.
Beyaz renkli atına.
Uzatırdım yüz kuruş,
Alırdım iki somun ekmek,
Her biri elli kuruş.
Gitmesini beklerdim.
Ali Dede, beyaz atı, arabası.
Hele de o tekerleğin gıcırtısı.
Dönene kadar köşeyi, ardından bakardım.
Lakap diye takmıştı büyükler;
Kısa donlu, çirkin suratlı, sümüklü veletler.
Düşünürdüm, “Bilmezler mi?” diye!
Kısa donun şort olduğunu,
Aklı kısa yaşı büyükler.
Sırf inadına, ama inadına kızdırırdım onları!
Sonra da koşarak kaçardım onlardan,
Bir çocuksu korkuyla.
Düşerdim yüzüstü, tükürükler içindeki,
Arnavut taşlarına…
Vururdum kolumu, bacağımı.
Ve bazen de başımı.
Bakkal İsmail amcadan aldığım akide şekerlerim;
Kısa donumdan, şortumdan;
Arnavut taşlı yola, dört bir yana,
Savrulurdu, dağılırdı…
Biraz kızgın, biraz ağlamaklı!
Düşmeden bilemezsiniz!
Acılar içinde biraz öfkeli,
Yerden toplayıp ta yiyememek,
Renkli akideleri.
Dönerdim arkadaşlarımın arasına.
Mağrur ve gururlu!
Zafer kazanmış bir edayla!
Biraz da, belki azıcık,
Derisi yüzülmüş kol, bacak yaralarıyla.
Eeee hayat bu ya!
Her kavganın ve zaferin
Bir bedeli vardı.
Kabak da benim akidelerimin
Başına patladı.
Suat, Cenk, Soner, Muhittin,
Adaşım Engin!
Hani hep birliktik bu çocuksu kavgalarda!
Korkuyu, öfkeyi,
Sevgiyi,
Arkadaşlığı,
Ve hatta ihaneti, satılmışlığı;
Bu tükürüklü,
Arnavut taşlı sokaklarda,
Çocukluğumda öğrendim!
Zaman geçti, yaş ilerledi.
Su misali.
Geldi çattı, beyaz yakalı,
Siyah önlüklü,
Haylaz mı haylaz,
Yaramaz mı yaramaz,
Okul dönemi.
Abimle birlikte ailede;
Ümitler, nazarlar üzerimizde!
Gelecek kaygısında,
Ateşten gömlek içinde;
Yetmişler, Seksenler…
Zorlu mu zorlu, kavgalı mı kavgalı,
Sağ, sol cenderesinde,
Nice canlar, nice bedenler
Tükendi.
Daha renklerin ne olduğunu tam bilmeden,
Hayat bana gösterdi.
Siyahın ve grinin tonlarını öğretti.
Halbuki ben o ana kadar,
Adını sonradan öğrendiğim,
Paslı demirin rengini,
Açık kahverengini,
Soğuk Demirci Ustası babamın,
Öğlen yemeği için eve gelirken,
Nasırlı, terli ellerinde gördüm…
Ve bazen yazları,
Terden ıslanan yüzünde,
Çatlayan dudaklarında;
Susuzluğu, onuru,
Dik duruşu, emeği gördüm…
Sıraya girerdi komşular birer birer!
Kırardım camlarını top oynarken,
İstemeden teker, teker.
Canım babam, “Kim bilir akşama ne der?”
O çatlak, nasırlı ellerde,
Sevgiyi, şefkati gördüm…
Sonradan bildim.
Nedir alın teri?
Bu basamakları çıkarken usulca,
Yavaş yavaş;
Bilmeden, kendiliğinden,
O çocukluğumu,
Arnavut taşlarına gömdüm…
Dayanaktı Anam, bilirim,
Az çekmedi.
Hani eskiler der ya!
“Bir gün yüzü pek görmedi.”
Her ne kadar kızsa da Ağabeyim,
O, inancı uğrunda,
Bir siyah güvercindi.
Ve hâlâ kanatları üzerimizde,
Bizi beklemekte…
Şimdi yok Arnavut kaldırımları,
Yok artık ufak tefek parke taşları.
Yaşananlar anılarda,
Adımladığım yollarda kaldı.
Üstü kapandı hep, asfalt döşendi.
Ahşap ev de yok artık.
O tahta kokuları,
Gri betonlara, solgun rüzgarlara büründü.
Ağabeyim, kız kardeşim,
Anam, babam.
Epey zaman oldu,
Onlar buraları çoktan terk etti…
Bazen geçerken Şenlik Dede’de
Arka sokaklardan,
Tanıyamadığım yaşlı yüzler,
Selam veriyorlar.
Soruyorlar babamı, annemi,
Yaşıtlarım ise
Ağabeyimi, kız kardeşimi.
Saygıyla, özlemle ellerini sıkıyorum,
Cevap veriyorum!
Ben hâlâ aynı sokaktayım.
Belki de eşim
Ve iki küçük yavrumla,
Anılarımı nakşettiğim,
Arnavut kaldırımlarının,
Yeniden, son bir kez,
Çıkmasını bekliyorum…
Bir yanıt yazın