Dut Ağacının Gölgesi

Bir çocuk doğar, dağların kucağında,
Rüzgarın sesi vardır gözlerini açtığında.
Bir yaylanın serin nefesi dolar ciğerlerine,
Dünya budur onun için, dokuz koca yıl boyunca.

Kış geldi mi, kaybolur evler beyazın içinde,
Yaylada durmaksızın yağan kar, damları örter sessizce.
Ama çocuklar bilir yolları,
Tüneller açılır, birbirlerini bulur oyun arkadaşları.

Bahar geldi mi, ilk kardelenlerle uyanır,
Derelerin şarkısını dinler taşların arasında.
Ve yaz, bir masal gibi gelir yaylaya,
Bulutlar yere iner, koyunlar yatar yıldızların altında.

O, köye hiç inmez, dünya da inmez ayağına,
Mevsimler onunla döner,
Gök kubbenin altında,
Zamanı rüzgâr ölçer, yıldızlar sayar.

Başka bir yerde, bir başka çocuk,
Bir köyün sabahına uyanır usulca.
Çağırır onu, tarlalar, bağlar, bahçeler,
Gözleri göğe bakar, elleri toprağa düşer.

Bir elinde orak, bir elinde ekmek,
Bazen dut toplar, bazen buğday biçer.
Yüzünü seyreder, suların aynasında,
Tortum Çayı’nda yüzmeye gider, serin akşamlarda.

Ve arkadaşlarıyla düşer yollara,
Uzanır adımları, Cala’nın, Abirnis’in dağlarına.
Kozalaklar toplarlar heyecanla,
Ellerinde reçine, saçlarında rüzgâr.

Her gün gökyüzü biraz daha genişler,
Her gece yıldızlar biraz daha yaklaşır.
Ve çocuk büyürken, içinde bir ateş yanar,
Geleceğin dallarında bir sevda yeşerir.

Sonra bir gün, kader onları bir dut ağacına getirir.

Sokağın ardında bir dut ağacı,
Yeşil gölgesinde iki gölgenin yazgısı.
Yere düşmüş dutlar serili toprakta,
Bir çocuk eli uzanır, düşen dutları toplar, atar ağzına,
Diğeri göğe yakın bir daldan seslenir ona:
*”Bırak onları, gel, ben sana dalından koparayım,
Tertemiz, güneşin dokunduğu gibi saf.”
*Ağacın tepesinde bir delikanlı,
Bir mevsim gibi iner kızın yüzüne, bakışları.
Ve zaman durur, fısıldaşır yapraklar,
O an, onların etrafında döner rüzgar.
Biri gözlerini kaldırır, biri gözlerini indirir,
Zamanın ellerinde yeni bir hikâye başlar.
On iki yaşındaki kız, on beşlik delikanlıya bakar,
Bir ömürlük yolculuk, gövdesinden sızar bir dutun.
Ve iki fidan, başlangıcına düşer bir ömrün.

Ama yollar suskun, yollar dikenli,

Hayat yol ister, sabır ister,
Fırtına olur bir evde dertler,
Duvar gibi yükselir, kızın ailesi,

Sevdalar sınanır, mektuplar yıllara uzanır,
Delikanlı, içindeki fırtınayı dağlara sürer.

Askere gider delikanlı, yaylanın kızı bekler,

Günler uzar asker ocağında, kısalır mektuplar,

Kağıtlarda hasretle kurur kelimeler.
Eşkıyalar, Ağrı’nın dağlarında yolları keserken,
O, sessizliğin içinden ses olur,

Gündüzleri bir adın sıcaklığıyla ısınır,

Özlem, geceleri ince bir rüzgâr gibi eser,

Karanlıkta bir kandil gibi titrer,

Kağıtlarda lekelenmiş mürekkep izleri,
Yüreğin haritası olur,
Geceler mektupları okur, şahittir yıldızlar.
Bir kızın adını, kurşunlardan sakınarak anar.
Kimi zaman bir dağ başında,
Kimi zaman bir sınır karakolunda,
Gözlerini kapatıp düşler adam:
Başını yasladığı omuz, bir dut ağacının altında.
Askerlik uzar, olur yirmi sekiz ay,
Her geçen gün kalbine vurur ağırlık,
Ama mektuplar hâlâ elinde, hâlâ sıcak,
Sanki uzaklardan bir el tutar parmaklarını,

O elin hayali ile, bitirir hasretliğini.

Sonra evlilik, tek göz bir oda,
Dört duvarın içinde sımsıcak bir dünya.
Bir ekmek bölüşülür, bir düş paylaşılır,
Ve yollar adamı yine çağırır.

Gurbette elleri taş tutar,
Ayakları demir yollarına basar, ray döşer,

Van’da sabahlar pus içinde doğar,
Kırık rayların sesine karışır düşleri.

İzmir Tire’de madene iner, karanlığa gömülür bedeni,
Kömür ocaklarında kazma vurur karanlığa,

Ama umudu hiç solmaz, bir ocağın içinde yanar.
Bir gün dönecek diye her lokmayı umutla yutar.

Özlemlerini sırtlanır, döner yuvasına.

Bir soğuk günün şafağında, bir çocuk sesi çınlar,

Köyde güneş bir başka doğar,

O an anlarlar, artık kendilerinden, bir parça vardır.
Ama yoksulluk çırılçıplak, köy dar gelir düşlere,

Bir gelecek sığmaz toprağa.

Toprak, aç kalır umutlara,

Bir tren düdüğünün sesi,

Olur, bir kaderin çizgisi.

Erzurum’dan ayrılırlar bir trenle.
İnce bir çizgi çeker raylar, geçmişin üzerine.
Bir kadın, gözlerinde eski baharların rüzgârı,
Bir adam, cebinde yıpranmış mektuplarıyla,
Sessizce bakarak geçmişe,

Varırlar İstanbul’un kapısına.
Şehir büyük, bilinmez, korkutucu,
Ama iki insanın gölgesi, yürür yan yana,
Bir zamanlar dut ağacının gölgesinde duran,
İki çocuğun gölgesidir hâlâ.

Yeni bir hayat başlar, bir odada,
El ele verilir, ekmek kavgası büyür.
Ve her gece adam, gözlerini kapattığında,
O dut ağacını görür, o ilk sesi duyar:
*”Bırak onları, gel, ben sana dalından koparayım.”
*Ve o an anlar, bütün yollar, bütün ayrılıklar,
Bütün ekmek kavgaları,
Bir tek şeye varmak içindi:

Ona…
Bir büyük aşk başlamıştı, o dut ağacının gölgesinde.
Hiç bitmedi,

Bu büyük şehrin ışıklarında.

Hiç kaybolmadı,

Ne bir başka gölgede,

Ne de başka gölgelerin izinde.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir