Sarı toprağın sonsuzluğunda,
Dinmek bilmiyor kan yağmurları.
Ebabil kuşlarının çakıl taşları değil;
Kadim yurda göklerden yağan,
Soğuk ölüm gecelerinde,
Barut kokuları, çöl kurşunları,
Dünyanın yedi büyük utancı.
Milyonlar tanık.
Bu topraklarda yazıldı,
Babil’in asma mezarları.
Kimlerin hangi kölelerin alındı,
Lanetleri, bedduaları, günahları?
Babil’in saraylarında, duvarlarında
yankıları.
Bebeklerin, çocukların sessiz çığlıkları,
Annelerin babaların ağıtları,
İhanetlerle süslenmiş dört bir yanı,
Günah dolu Babil’in kadim toprakları.
Babil’in oyun bahçesinde;
Filistin’den Yemen’e,
Bağdat’tan Aden’e,
Bombalar raks ediyor,
Ninova’nın gözü yaşlı gökyüzünde.
Ölüm kutsanıyor her gece.
Tüm insanlık dinliyor,
– 1001 – gece yalanları,
Fizan’dan Necef’e,
Bedenler ekilir çıkmaz fidanları.
Tüm Dünya kör, sağır, dilsiz,
Kıpırdamadan bekliyor,
Bakıyor,
Ruhsuz, duygusuz, tepkisiz,
Babil’in yalnız çocukları,
Yüzyıllardır sahipsiz.
Bayramlar kutlanır, kölelik kutsanır.
Beyazlar içinde küçük çocuklar,
En yakın oyun arkadaşları.
Anne olur kolları, babadır bacakları.
Elele tutuşmuşlar mermilerle,
Yarışıyorlar, koşuyorlar.
Oyunun sonu hep biter kavgalı.
Ya kolu ya da bacağı,
Ayrılır küçük bedeninden,
Bilmeden, hissetmeden,
Ve dahi gözyaşlarını dökemeden, yaşayamadan.
Babil’in ayrılık oyunudur bu,
Nebukadnezar’dır başlatan.
Sargon’dan Musa’ya,
Sahipsiz Kudüs’ün esir tahtı…
Sessiz ve dalgın Kutlu Şehrin sokakları.
Babil’in doğan her çocuğu;
Birlikte oynar, el ele tutuşur,
Bilir bu kuralı.
Nil’den Fırat’a durduramaz
Akan kanı.
Belki yarın değişir umuduyla,
Her sabah uyanıp yeniden koşarlar,
Birazdan onlar da sobelenecekler…
Halbuki çok emindiler!
Siyah dumanların arkasına,
Onlar saklanmıştı.
Babil’in solmuş çocukları…
Sadece beyaz elbiseleri görülürdü…
Olsun belki bir umut,
Bulut sanıp bırakırlardı…
Çocuk annelerin öksüz çocukları,
Onlar ölümü sobelenmek sandı.
Nesillerce bu oyunla büyütüldüler.
Dedeleri, neneleri, kendileri,
Büyütülecek var daha niceleri.
Bu toprakların asil köleleri,
Beyazlar içinde gelecek nesilleri,
Zeytin Dağından bakıyorlar,
El ele, sahipleri bir de kuzenleri.
Babil’de vicdan, onur, namus katili kuzenler.
El çırpıyor, alkışlıyorlar,
Çocuklar sobelendikçe gülüyorlar.
Yürekleri kör nefsinin kölesi,
Kara vicdanlı.
Akıyor çeşmelerinden neftin yağı.
Şerefsizliğin şerbet olduğu,
Siyah renkli, irin aromalı.
Babil’in çöllerinde, ağıtsız şehirlerinde,
Her gün her gece,
Uyurken çığlıkların sessizliğinde,
Sobelenen çocukların körpe bedenleri.
Belki de inandıkları oyun bu.
Yüzyıllar öncesinden gelen.
Diri diri gömmek yerine,
Sobelenen çocukların gömülmeleri.
Babil’de, Mezopotamya’da,
Yemen’de, Hicaz’da.
Milyonlarca,
Sobelenmeyi bekleyen Babil’in çocukları,
Hepsi beyazlar içinde.
Oyunun kuralı değişmedi.
Bugün göz yumanlar,
Yarın ebe olacaklar.
Ve sonra sonunda,
Onlar da,
Sobelenecekler.
Ne tuhaf bir oyun!
İki defa sobelenip de,
Hiç yok isyan eden.
Mızıkçılık yapıp da,
Çıkan yok oyundan.
Kırmızı mendil geziyor,
Elden ele.
Nasıl bir oyun bu?
Bu oyunda körebeye ip bağlayanlar,
Ali Baba ve Kırk Haramiler.
Gez, göz, arpacıktan tekerlemeler.
Noel Babadan hediyeler.
Bombalar, kurşunlar, mermiler.
Ağıt yakan diller…
Beyaz kefensiz çıplak bedenler…
Binler…
On binler…
Yüz binler…
Keşke herkes bilseydi.
Anlatılan masalların,
Sonunda yok gökkuşağı.
Atlarıyla gelen iyi adamlar da.
Hangisi yanlış hangisi doğru?
Hiç bilmeden,
Gökkuşağının doğduğu yere,
Gidenlerdi.
Ufak bir balon uçuyor.
Siyah dumanların arasında,
Görünüyor.
Yükseliyor gökyüzünde Babil’in.
Yüklenmiş umutları, tüm masumiyetiyle.
Direniyor, çırpınıyor.
Nefes olacak, hava verecek bir el olsa keşke.
Sönmek üzere…
Beyazlar içinde, el sallıyorlar.
Babil’in çocukları umutla, bekliyorlar…
Bir yanıt yazın