Şiirler

  • Kara Trenle Gelen Hikâye

    Bir soğuk gün – 1960’larda –

    Bir kara tren,

    Çalar düdüğünü, uzun ve tizden,

    Erzurum’un ayazında, sabahında yürek üşüten,

    Bavullara sığmayan düşler,

    Dizlerinde uyuyan küçük bir çocuk,

    Annemin kalbine, umutlarla dolmuş,

    Ağır bir yük gibi düşer.

    Babam, paltosunun yakasını kaldırmış,

    Erzurum İstasyonu’ndan, İstanbul’a bakar,

    Uzun rayları izler, sıra sıra dizilmiş düşüncelerle.

    Rüzgâra, dumana karışan bir yurt, gözlerinde,

    Ekmeğin terli ve kutsal ağırlığı omuzlarında,

    Susturulmuş bir hasret taşır koca yüreğinde.

    Tren, kara geceleri delerek akar, tünellerden köprülerden.

    Rayların titreyen şarkısı, rüzgârın koynunda eserken,

    Annemin dudaklarında sessiz dualara karışır.

    Babam, hızla geçen ıssız istasyonlara,

    Dalgın dalgın bakar pencereden.

    Her durakta biraz daha uzaklaşır,

    Cala’nın, Azurt’un dağlarından, çocukluğundan,

    Abirnis Dağı’ndan, Maskur’un çayırından, Tortum’un çayından,

    Gençliğinden, memleketinden.

    İstanbul, her kilometrede biraz daha yaklaşır.

    Bir vagonda sallanır ağabeyim, uykunun eşiğinde,

    Rüya gibi bir yolculuk, kapanmış göz kapaklarında.

    Annem elleriyle okşarken saçlarını,

    Duyulur dudaklarında, yorgun bir ninni.

    Ama gözleri trenin ucunda,

    Beyazı maviyi boğan kara dumanında,

    Bir endişe, bir bilinmezlik taşır,

    Gelecek olan yeni hayata.

    Gecenin koynundan sabaha varan tren,

    Girer şehre, geçerek sislerin içinden,

    Rayların sonu, başka bir hayat, bir yeni merhaba,

    Bakarlar birbirlerine, tutarlar hayatı ellerinden.

    Ve İstanbul…

    Haydarpaşa Garı’nda ilk adımlar,

    Valizlerin yorgun telaşı,

    İnsan kalabalığının içinde,

    Bir yere kök salma umudu.

    Deniz kokusu gelir rüzgarla,

    Babam, annem, ağabeyim gözlerinde bir ışıkla,

    Sessizce bakarlar sevgiyle, umutla.

    Binerler vapura Kadıköy İskelesi’nde,

    İstanbul ayaklarının altında,

    Titreyerek uzanır mavilikler içinde.

    Martılar bağırır üstlerinde,

    Dalgalar vapurun burnunda kırılır.

    Gözlerini alan İstanbul güneşinin ışıkları arasında,

    Boğazın emektar beyaz sakini, yavaşça Beşiktaş’a yanaşır.

    Yeni bir şehir, yeni bir hayat.

    Bilinmez kalabalık sokaklar, yeni düşler.

    Ama annemin yüreğinde hep

    Eski bir evin, çocukluğunun, gençliğinin sıcaklığı saklıdır.

    Maçka’da bir sokakta,

    Bakkal Bilal’in dükkanından süzülen ışık,

    Salar geceye ilk ekmek kokularını.

    Ahşap bir eve taşırlar yorgun valizlerini.

    Sobanın üstünde kaynayan su,

    Ağabeyimin iki yaşına sığan, o telaşlı merakı,

    Bir gülüş gibi yerleşir duvarlara.

    Ben bir sesim o duvarlarda yankılanan,

    Bir bahar rüzgârı annemi gülümseten,

    Babamın avucunda ufacık bir el.

    İstanbul’un gürültüsüne,

    Henüz alışmamış ninnilerle,

    El bebek, gül bebek uyuyan bir hayal.

    Ve sonra, merhabası kız kardeşimin,

    Çoğalır sesimiz, Şenlik Dede’nin sokaklarında,

    Annemi biraz daha büyüten gecelerde,

    Büyürüz, babamın yorgun adımlarıyla.

    Her sabah ahşap evin kapısına,

    Çocuk gölgeleri düşer, uzamış sanki, biraz daha.

    Zaman, usulca iner ahşap merdivenlerden,

    Biz, biraz daha çocuk her basamakta,

    İstanbul oluruz, biraz daha.

    Şenlik Dede’de Safiye Teyze’nin,

    Üç katlı cumbalı ahşap evinde, yeni düşlere taşınırız.

    Ve sokaklar…

    Bakkal Bilal’in dükkanından,

    Şenlik Dede’nin kapısına uzanan yollar,

    Çocuk ayak izleriyle dolar.

    Okul yollarında ilk harflerimizi,

    İlk oyunlarımızı,

    İlk kayboluşlarımızı bırakırız.

    İstanbul, çocuk seslerimizle

    Dönüşür bir masala.

    Çınlayan kahkahalarımız; sokaklarda,

    Eski ahşap evlerin duvarlarında,

    Bizi hatırlayan arkadaş olur.

    Ve biz büyüdükçe,

    Geride kalır kara trenin rayları.

    Ama Erzurum’un soğuk sabahı,

    O ilk umut, babamın cebinde sakladığı,

    Ve annemin yorgun elleri,

    Bizimle yürür, İstanbul’un her köşesinde.

    Sonra zaman aldı bizi,

    Ellerimizde büyüttüğü o küçük çocukları.

    Her birimiz farklı sokaklara yürüdük,

    Farklı düşlerin peşine düştük,

    Ama her yol bizi yine aynı eve çıkardı.

    Ağabeyim genç bir adam oldu önce,

    Sırtında babamın emeği,

    Yüreğinde annemin duası,

    Hayatın taşlı yollarında yürüdü usulca.

    Ben ise, gözlerimde İstanbul’un ışığı,

    Bir kalem gibi kazıdım hayatı,

    Kendi sesimi ekledim, şehrin gürültüsüne.

    Kız kardeşim,

    Gözlerinde baharın tazeliğiyle,

    Kendi yolunu ördü ince ince.

    Evlendik,

    Kendi yuvalarımızı kurduk,

    Ama hiçbir zaman yalnız olmadık.

    Birlikte büyüyen köklerimiz,

    Ayrı dallara uzansa da,

    Aynı gökyüzüne bakıyorduk her gece.

    Babamızın sessiz dirayeti,

    Annemizin dualarla ördüğü sabır,

    Bizim en sağlam sığınağımızdı.

    Ne zaman düşsek,

    Ellerini uzatan, hep o eski evdi.

    Ne zaman eksilsek,

    Kalbimizi tamamlayan o eski sokaklar.

    Geçti şimdi zaman,

    Büyüdük biz de,

    Ama çocukluğumuz hâlâ Maçka’da bir sokakta,

    Ahşap bir evin sıcak penceresinde,

    Ve annemin dizlerinde uyuyan

    O eski hayallerde saklı.

    Bir kara trenin raylarında başladı bu hikâye,

    Ama ne Erzurum bitti içimizde,

    Ne ışığı eksildi İstanbul’un, gözlerimizde.

    Biz hep bir olduk,

    Farklı yollarda yürüsek de,

    Aynı şefkatin, aynı emeğin,

    Aynı sevdanın çocukları olduk.

  • Süleymaniye’ye Teselli

    Süleymaniye!
    Getirdi beni sana, bir garip rüya.
    Mahzun gördüm seni.
    Pencerelerinden bakıyordun uzaklara.
    Sen ki, mimarınla baninle, yedi tepenin sultanısın,
    Yalnız değilsin,
    Bu mukaddes şehirde.
    Sultanahmet, Bayazıt yanında,
    El sallıyor üvey kardeşin Ayasofya.

    Büyük ustanın ortanca yetimi,
    Kaç yüzler, kaç binler,
    Dualar eden nasırlı eller,
    Harcına akıtmış hem gözyaşı, hem alın teri.
    Kubben altında secde ediyor,
    Yüzyıllardır yüzbinlerce gönül eri.
    O muhteşem şerefelerinden beş vakit,
    Yükseldikçe semaya ezanlar,
    Mağrip’ten Hicaz’a, İstanbul’dan Endülüs’e
    Saf tutmuş, raks ediyor tertemiz gönüller, ruhlar.
    Kalem olmuş minarelerin yazıyor arşa,
    Elifler, ilahiler, kasideler,
    Dökülüyor dillerden dualar.

    Süleymaniye’de bir başka yağar yağmur,
    İhramdır esen rüzgar,
    Ne yürekler, ne de bedenler ıslanır,
    Her sabah, arkandan doğan Güneş seni kıskanır,
    Seni gözyaşları değil, sana gölge yapan bulutlar ıslatır.

    Büyük ustanın ortanca yetimi,
    Kurulmuşsun İstanbul’un tahtına.
    O tepeden göz kırpıyorsun,
    Sabah akşam inananlara.
    Kaç bayram yaşadın, kaç güneş batırdın o yorgun sırtında,
    Dört bir yana müjdeler dağıtırsın avlunda,
    Ulak olur, dua olur Rahman’a, İstanbul’un rüzgarında.
    Selam olsun temelinden, taşından,
    İbrahim milletinden Fener’e Balat’a,
    Adı okunur, sabah akşam İstanbul’un kulağına,
    Senin ezanlarında.

    Kıskanma sakın, başkası yok!
    Olmadı, olmayacak,
    Senin kadar bu şehre yakışan.
    Mahzun olma, en yakın gönüldaşın,
    Büyük Usta Koca Sinan,
    Yatıyor yanı başında.

  • Sebepsiz Değildir

    Sebepsiz değildir;
    Bir canın doğması,
    Göz açması hayata,
    Vurduğu mührüdür ağlaması,
    Taze beden olsa da.
    Henüz hiçken,
    O da nefesiyle ısıtacak,
    Yaş alacak yıl alacak, yaşlanacak,
    Sarp, engebeli, düz ya da bozuk yolunda.
    İspatı;
    Bitirdiği zaman süreli yaşamı,
    Altına atacak imzasını,
    Ya da basacak parmağını.
    Yazacak kainata el yazısıyla,
    Kendi yazısını,
    Mümkün değil inkarı.

    Sebepsiz değildir;
    Rüzgarla bulutun kol kola olması,
    Yağacak,
    Her bir damlası
    Islatacak,
    Kurak bedenleri, toprakları.
    Gürbüz başaklar, umut tohumları,
    Boy alıp ta verecek azık darı.
    O da rahmet eliyle bereket olup,
    Kuracak sofrayı.

    Sebepsiz değildir;
    Kalleşle hainin kardeşliği,
    Beklerken sahipsiz köşelerde,
    Nasipsiz ruhlarda,
    Düğmesiz, dikişsiz, çırılçıplak,
    Karanlığı kıyafet yapmış pusuda,
    Yurtta, yolda, yuvada,
    Yaslanırken arkadaşlara, aşklara,
    inandığı değerli dostlara,
    Bir tokat gibi çarparken yüzüne, sırtına,
    Ama kurşun, ama bıçak yarası.

    Sebepsiz değildir;
    Geceye gündüzün sokulması,
    Kışa, kara, yağmura,
    Baharın yazın sarılması.
    Dönen devranın cazibesine bakıp ta
    İlk anın tarifsizliğinde,
    Yol alıp akması.
    Bir kör nefsin aymazlığında,
    Yitip gitmesi vicdanın,
    Kaybolması aklın,
    Toz gibi savrulması.

    Sebepsiz değildir;
    Denizde dalganın nazlı nazlı yol alması,
    Salınması.
    Balığa, mercana, bin bir türlü canlıya,
    Havasız, rüzgarsız, bulutsuz,
    Yuva kurulması.

    Sebepsiz değildir;
    Ar ile hayanın birlikteliği,
    Edep ile yar olur ruh içinde beden,
    Haya ile aşık olur ruha güzel her dem.
    Söyletir dile, yazdırır kaleme,
    Vardır bir bildiği.
    Bu alemde kurar elbette,
    Kardeşliği, sevgiyi, muhabbeti.

    Sebepsiz değildir;
    Ozan’a sazın,
    Kaleme defterin,
    Söze dilin,
    Gönüle gözün,
    Aşka yüreğin,
    Hasrete özlemin,
    Emeğe alın terinin,
    Toprağa bedenin,
    Yoldaş, arkadaş olması.

    Sebepsiz değildir;
    İnsana, bitkiye, hayvana,
    Canlıya, cansıza, taşa, toprağa,
    Bahşedilen bu Dünyada,
    Belki anlarız, fark ederiz diye,
    ‘Olum’dan,ʻÖlümʼe,
    Hiçliğimize nazar edercesine,
    Belli belirsiz,
    Sırat niyetine,
    Dört küçük nokta koyulması.

  • Babam

    Babam,
    Dadaş diyarının dağlarından,
    Rüzgârın taşıdığı bir türkü gibi geldin,
    Azizoğullarının vakarında,
    Ömer’in dirayetinde,
    Anahanım’ın duasında,
    Yeşeren ilkbahar gibi…
    Ve ben, varlığımı senin gölgenin serinliğinde buldum.

    Babam,
    Ellerin susuz toprak gibi çatlak,
    Yüreğin ay ışığı kadar berrak,
    Demirin pasına dokunduğun yerde
    Çiçek açar sabrın yüzünde.
    Ve alnından damlayan tuzlu ter
    Düşerken toprağın göğsüne
    Ekmek kokusu, bereketi yükselir soframızda.

    Babam,
    Sen, sözünü demir gibi döven usta,
    Evinin direği, ocağının harı,
    Gökyüzü kadar geniş bir sabırla
    Ailenin üstüne gerilmiş
    Koca bir çınarsın varlığınla…
    Köklerin, yılların imtihanından geçmiş,
    Gölgene sığınan her can
    Huzur bulur yanında.

    Babam,
    Ellerinde şefkatin varlığı,
    Gözlerinde merhametin ırmakları,
    Ve yüreğinde,
    Bizi saran bir bahar türküsü…
    Gülüşün güneş, sarılman bayram,
    Sesin, ruhumda yankılanan
    Bir çocukluk ezgisi.

    Babam,
    Gecenin karanlığında yanan kandilimsin,
    Fırtınalı denizlerde sığındığım liman,
    Hayatın sert rüzgârlarına karşı
    Siper ettiğim kalkanımsın.
    Seninle öğrendim düşmemeyi,
    Seninle büyüdü içimdeki cesaret ağacı,
    Ve seninle anladım sevginin
    En saf, en gerçek halini.

    Babam,
    Yorgun omuzlarında taşıdığın
    Hayatın yükü ağır olsa da,
    Gözlerindeki ışık hiç sönmedi.
    Her adımımda hissettim desteğini,
    Her düşüşümde uzanan ellerindeydi tesellim.
    Seninle tamamlandı eksik yanlarım,
    Seninle güç buldu zayıf anlarım.

    Babam,
    Varlığın içimde bir meşale gibi yanmakta.
    Senin öğrettiklerinle yürüyorum yolları,
    Senin izinden gidiyor adımlarım.
    Ve biliyorum ki,
    Her nefesimde senin emeğin,
    Senin duan var her adımımda.

  • Kız Kardeşim

    Sen geldin,
    Ve evin içi bir sabah ışığı gibi dağıldı duvarlara.
    Adını ilk kez söylediklerinde
    Bir çiçeğin adını duyar gibi irkildim.
    Bana benzeyen ama benden başka biri gelmişti,
    Birden büyüdüm.

    Senin sessiz ağlayışlarınla tanıdım içimdeki yumuşaklığı,
    İlk adımlarını atarken,
    Ben cümle kurmayı öğrendim hayatla ilgili.
    Sen düşerken tuttuğum ellerin, zamanla tuttuğum dualara dönüştü.

    Seninle büyümek, bir aynaya bakmak gibiydi bazen.
    Ama yansıması daha saf, daha kırılgan.
    Gözlerinden okudum gecikmiş uykuları,
    Bana anlatmadığın sırları,
    Ve büyürken kimseye söyleyemediğin korkuları.

    Çocukken, geceleri lambayı senin için açık bırakırdım,
    Uyuduğundan emin olduğum halde.
    Karanlıktan korkmazdın,
    Ama ben senin yalnız kalmandan korkardım.

    Kimi sabahlar saçlarını babam tarardı,
    Küçük tokalarınla kendini süslerdin.
    Gülüşün, odamızda asılı bir fotoğraf gibi kaldı.
    Yıllar geçse bile hiç silinmedi.

    Kardeşlik, bazen bir çayın demlenmesini beklemektir,
    Bazen; susup yanında oturmaktır,
    Bazen; onun yükünü gülümseyerek taşımaktır, hiç fark ettirmeden.

    Seninle tartıştığımda bile kalbim senin tarafındaydı.
    Ben hep, anlamaya çalıştığım suskunluklarınla
    Daha çok sevdim seni.

    Ve şimdi,
    Zamanın gölgesinde başka hayatlara yürürken,

    Biliyorum ki,
    Senin varlığın,

    Benim tamamlanmamın,

    Sessiz sebebi.

  • Kavga

    Yapılan, bir bahar kavgasıydı aslında.
    Kimisi din, kimisi milliyet, kimisi insan aşkına.
    Vurulan sözler, savrulan küfürler,
    Kurşun gibi saplanır yüreğe.
    Öfkeler, nefretler, sokulunca düşüncelere;
    Hep böyle yeşerir, boy verir,
    Yoldaş olur, arkadaş olur,
    Körlük, gaflet insana.

    Kaybeder insan aslını,
    Geri dönülmez yolun başında.
    İşte, İnsan bu!
    Kavgayla, nefretle doldurur,
    Kışını da, baharını da.
    Ekilen tohum ne ise yaşamında,
    O biçilir sonunda.
    Sormak gerek…
    Umut var mı gelecek adına?
    Cevabı saklı…
    Yalanın mucidi, yaşamın katili,
    Bir elinde çiçek, bir elinde orak,
    O açgözlü, o ikiyüzlü canlıda,
    Bin bir türlü sahnede,
    Oynayan, oynatılan,
    İlahi insan,
    İlahi komedya…

  • Gitmek

    Gitmek.
    Öylece çıkmak yola.
    Hiçbir şey almadan yanıma.
    İki gün önce giydiğim gömlekle,
    Bir haftalık pantolon ayağımda,
    Dalgın dalgın çıkmak sokağa.
    Vakit ne bilmeden,
    Tıpkı eski günlerdeki gibi,
    Hayal ederek…

    Gitmek.
    Heybemde bütün yorgunluğum,
    Ellerimde tozlu yıpranmış yıllarım,
    Yan yana biriktirdiğim karşılıksız aşklarım,
    Hepsi ağıt yakıyor sahte göz yaşlarıyla,
    Omuzlarını silkerek…

    Gitmek.
    Bir tarafta beni üşüten gülmeler,
    Öte yanda beni ısıtan kaçamaklar,
    Duvarımda solmuş boyalı, kara çalan yazılar.
    Hepsi üşüşmüşler buluttan tenime,
    Lime lime çığlıklarımı keserek.

    Gitmek.
    Umursamaz bedenleri bırakıp ardımda,
    Taşımadan bana yük boş yürekleri sırtımda,
    Anılarım bana yeter attığım her adımda,
    İnce ince yağan yağmurlarda,
    Ağır ağır yürüyerek…

    Gitmek.
    Vaktin kaçıncı kez geçtiğine bakmadan,
    Yeri belirsiz inilecek son durağı sormadan,
    Belki umuduyla yaşadığın kapıları çarpmadan,
    Serinleten rüzgarlara aldırmadan,
    Islık çalıp gülerek…

    Gitmek.
    Ama gündüz ile akşamın arasında,
    Gündüzün kapıları kapanmadan,
    Güneş daha tam kaybolmadan,
    Yankılanacak Hicaz makamından,
    Ezana biraz kala.
    Tanıdık tanımadık kalabalığa aldırmadan,
    Bulunmak keyfe keder ya da gönüllü,
    Bıraktığın izlerin toplamıdır dost canlara,
    Üstü açık ya da kapalı o avluda,
    Açık ya da kapalı bir havada,
    Son namazı bekleyerek…

    Gitmek.
    Dualarla, ağıtlarla edilirken Allah’a emanet,
    Geride kalan biraz özlem, biraz anı, biraz hasret.
    Renkleri, mevsimleri bilinmeyen,
    Merak edilesi o yurda,
    Aynı içtenlik, aynı tebessümle el uzatıp ta,
    Merhaba diyerek…

    Gitmek mi zor, kalmak mı?
    Belki güleceksin kapıyı açsan,
    Belki de ağlayacaksın içerde dursan.
    Düşünmeksizin silip atmak,
    Yazılamayanları kulağa küpe yaparak,
    Geldiğin gibi giderken de çırılçıplak.
    Ana rahminden toprağa,
    İki durak arasında,
    Budur aslında yakışan,
    Çaresizliğin kucağında,
    Cesurca söyleyebilmek,
    Ah minel mevt yorgunum.
    Yokluğun sakin tahtına gönlünce,
    Kurulup gitmek…

  • Üçleme

    Örtün gecenin üstünü, üşümesin gökyüzü.
    Sarın yıldızları sımsıkı, titremesin ışıkları.
    Soğuk ve ürkek, oturmuş bir dala
    Cılız bedeni, iri gövdeli ağacın kolunda.
    Sessizce sallanan, yapraklara bürünmüş
    Gelip geçenler, gökyüzünün altında.
    Yürüyenler, koşanlar, toprağın üstünde.
    Yalnız ve sade, bir avuç umut tohumu
    Serpilmiş havaya, sınırsız ve lekesiz hoyratça.
    Düşmesini bekleyenler, düşlüyor merakla.
    Nasıl bir fidan, nasıl bir can sunacak,
    Bu köksüz, bu sözsüz hayata?

    Hep öyle değil mi?
    İki arada bir derede,
    Bitmek bilmez gecelerde,
    Bin bir türlü düşüncelerle,
    Ha bugün ha yarın diye diye,
    Geldi geçti işte,
    Diye dökülürken dilimizden,
    Bir kaç kelime.
    Aslında vuran, gerçektir yüzümüze.
    Getirirken bizi kendimize,
    Hiçliğimizle alay edercesine,
    Vicdana vurulan o ağır yükle,
    Taşıması zor, içi boş yürekle,,
    Adımlamak için kalırken nefes nefese,
    Kalırız o şaşmaz gerçekle,
    Aynasız, yalansız yüz yüze.
    Kimisi yokluk, kimisi boşluk, kimisi sonsuzluk dese de,
    Çaresizdir hasrete, özleme,
    Geldiği zaman başa,
    Ne gözyaşı, ne ağıt yetmez acısını dindirmeye.

    Herkes bir şeyin kuklasıdır aslında.
    Ya tutkularının, ya zayıflığının,
    Ya ihtirasın, ya da
    Utanmazlığının.
    Perde olur, yüzümüze taktığımız maskeler.
    Ve bizi oynatan ip ya da çubuklar,
    Ellerimiz, kollarımız ve sözlerimiz,
    Oynar da oynar.
    İstekli ya da isteksiz,
    Ama mahkum bir o kadar,
    İtiraz eder,
    Onurlu ve de haysiyetli yürekler.
    Biz bu oyuna değiliz dahil.
    O oyun acı, bir o kadar sakil.
    Dik duruş, doğruluk, adamlık gerek ya da delikanlılık,
    Ama bir o kadar da insanlık.
    İnsan bir kuru yaprak misali.
    Rüzgarlarla savruldukça savrulur,
    Bilse varlığını koşturmaya kalmaz mecali.
    Hep sonu aynı!
    Hep bir boşluk, hep bir kırıntı.
    Bu Dünya, bu hayat,
    Değişmez sözdür, tamamlayamadı,
    Ya da tam anlayamadı.
    Hayatı, yaşamı, yaşatmayı ya da,
    Amasızlığın, fakatsızlığın verdiği sonsuz hazzı.

  • Biraz Biraz

    Gözlerimi açtım bu gün de, tüm benliğimle şükrederek,
    Bugün de nefes alıyorum, kıymetini değerini bilerek.

    Ama yetmiyor, hep bir yanım eksik.
    Bulutlar yorgan, yer döşek,
    Usulca ağlıyorum, ilk doğduğum yerde denizlerde,
    Üstümü örterek.
    Sonra sırdaşlarıma bakıyorum,
    Çok çok uzaklara.
    Göz kırpıyorum “iki yıldızıma”, yıldızlarıma
    Gülerek.
    Biraz mahcup, biraz buğulu, az biraz gözlerim yaşlı.

    Sormak istiyorum, ama
    Cesaretim yok, çocuk gibiyim.
    Biraz kırılgan, biraz yorgun, yaşamaya hasret ve ürkek.
    Sonra, sırtımı yaslıyorum, o sıcak ellerini tutarak,
    Güneşime.
    Biraz ağlamaklı, biraz üzgün,
    Biraz az, biraz çok.

    Biliyorum ki ben oradayım, gözlerinde, yüreğinde.
    Biraz bulut, biraz rüzgar, biraz dalga.

    Yerim, yatağım, döşeğim hep denizlerde,
    Biraz hasret, biraz az, biraz çok.
    Ama hep, her şeyimle,
    Yolun sonunda biraz huzurlu,
    Biraz sakin, biraz tebessümle.

    Dua ediyorum nefesime, sırdaşıma, Güneşime,
    Tüm gücümle,
    Haykırarak, bağırarak, ağlayarak ve kıskanarak.

    Doğdum, geldim,
    Dünyama doğdun, gördüm,
    Ama insan, ama adam, ama aşık.
    Biraz ondan, biraz bundan,
    Biraz şundan
    Biraz ben,
    Ama hep sen! …….

  • Memleket Var

    Memleket var!
    Uçsuz bucaksız, bereketli topraklar,
    Eserken kıskanır rüzgarlar,
    Nazlı nazlı yağan yağmurlar,
    Kaç zamandır vurgun ayrılıklar.
    Memleket var,
    Ne akıl, ne vicdan, çoraklaşmış insanlar.

    Memleket var!
    Baharı, yazı, kışı rahmet yağar,
    Bağrında yatan kadim hayatlar,
    Ne vakit çıkmaza salınsa,
    Vicdanlı yürekler, hasret bağlar.
    Memleket var,
    Korunaksız, ürkek, çaresiz çığlıklar.

    Memleket var!
    Tertemiz ırmaklar, nehirler, akarsular,
    Gözeleri pak, kirlenmemiş kaynaklar,
    Öylesine saf, duru ab-ı hayatlar.
    Memleket var,
    Yıkan, kıran, kavgalar, ayrılıklar.

    Memleket var!
    Aynı soylu kavganın torunları,
    Kalın ipin sonsuz mahkumları,
    El ayak bağlı, görmez oyunları.
    Memleket var,
    Yitip giden davanın kayıpları.

    Memleket var!
    Şarkılar, türküler, bozlaklar,
    Binlerce yıl nağmelerde omuzdaşlar,
    Bir beden, bir nefes hayatlar.
    Memleket var,
    Feryat figan çığlıklar, acılar.

    Memleket var,
    Rengarenk, bir ve bütün canlar.
    Memleket var,
    Köşe başlarında soğuk, dikenli, ayrık otlar.
    Memleket var,
    Daha nice ekilecek tohumlar,
    Yeşerecek fidanlar,
    Kavuşacak ağaçlar.