Şiirler

  • Memleketim

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Sabahlar, karanlığa örtü oluyor,
    Yolcu ediyor kendi yoluna.
    İşçiler, uyanıyor yine her sabaha.
    Yollara düşüyor emeğin, alın terinin
    O kutsal pak yoluna, nefer oluyor.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Başaklar, secde ediyor o temiz ışığa.
    Toprak, şükrediyor yağan yağmura.
    Ve tohumlar…
    Hayat vermek için, karışıyor toprağa,
    Alın terleriyle yıkanmış canlara.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Çocuklar, temiz çocuklar…
    Parlıyor yüzleri, gözleri gülüyor.
    Yürekleri küçük, umutları büyük.
    Şarkı söylüyorlar coşkuyla.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Gençler sımsıkı, kol kola, el ele.
    Çağlıyor önü alınmaz sel gibi.
    Akıyorlar bozkırlardan, dağlardan, tarlalardan,
    Şehirlerden, köylerden, kasabalardan,
    Türkü söylüyorlar hep birlikte.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Gündüzü gece, gecesi gündüz kardeşlerim;
    Kimisi katran karası madenlerde,
    Kimisi tarlalarda hasat peşinde,
    Kimisi fabrikalarda elleri nasırlı,
    Teri, can suyu demire.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Şifa dağıtıyor beyaz önlükleriyle,
    Akılla, bilimle hemhal secdesi kıblesi,
    Yazıyor, çiziyor defteri, kalemiyle,
    Koşarak geliyorlar kol kola hep birlikte.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Trenler, vapurlar, otobüsler,
    Taşıyor bedenleri bir baştan bir başa.
    Hayaller kuruluyor yollarda,
    Her biri masal, her biri ağıt,
    Her biri türkü, her biri aşık.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğuyor
    bu sabah da.
    Camiler, kiliseler, havralar,
    Ezanlar, çanlar, hazanlar,
    Halaylar, sirtakiler, yarkusta,
    Aynı evde, aynı damın altında,
    Aynı yazın sıcağında, aynı kumsalda,
    Aynı kışın soğuğunda, aynı sobanın etrafında.

    Memleketimin üstüne yine güneş doğacak
    her sabah.
    Gözlerimiz ufuklara bakacak,
    Gönüllerimiz aynı türküleri söyleyecek.
    Hep birlikte; el ele, kol kola,
    Yüreklerimiz aynı coşkuyla çarpacak.
    Hakla, emekle, adaletle, alın teriyle,
    Memleketim Memleket olacak.

  • Şenlik Dede’de Çocukluğum

    Bir zamanlar ben de çocuktum herkes gibi.

    Anılarımı hatırlayabildiğim yaş,

    Dört-beş arası.

    Evimiz vardı süs havuzlu,

    Ahşaptan üç katlı.

    Önünde yamuk yumuk, küp şeklinde,

    Tükürükler içinde,

    Ufak tefek,

    Arnavut kaldırım taşları.

    Her sabah bir ses!

    Ama yaşlı mı yaşlı,

    Uzaklardan gelirdi sesi, bağırırdı:

    “Taze sıcak ekmekçiiii”…

    At arabası ile gelen;

    Şefkat dolu, yorgun yüzlü,

    Mahallenin ekmekçisi,

    Ali Dede’ydi.

    Koşardım yanına.

    Biraz ürkek, biraz korkuyla,

    Dokunmak isterdim!

    Onun gibi yaşlı,

    Yol arkadaşı.

    Beyaz renkli atına.

    Uzatırdım yüz kuruş,

    Alırdım iki somun ekmek,

    Her biri elli kuruş.

    Gitmesini beklerdim.

    Ali Dede, beyaz atı, arabası.

    Hele de o tekerleğin gıcırtısı.

    Dönene kadar köşeyi, ardından bakardım.

    Lakap diye takmıştı büyükler;

    Kısa donlu, çirkin suratlı, sümüklü veletler.

    Düşünürdüm, “Bilmezler mi?” diye!

    Kısa donun şort olduğunu,

    Aklı kısa yaşı büyükler.

    Sırf inadına, ama inadına kızdırırdım onları!

    Sonra da koşarak kaçardım onlardan,

    Bir çocuksu korkuyla.

    Düşerdim yüzüstü, tükürükler içindeki,

    Arnavut taşlarına…

    Vururdum kolumu, bacağımı.

    Ve bazen de başımı.

    Bakkal İsmail amcadan aldığım akide şekerlerim;

    Kısa donumdan, şortumdan;

    Arnavut taşlı yola, dört bir yana,

    Savrulurdu, dağılırdı…

    Biraz kızgın, biraz ağlamaklı!

    Düşmeden bilemezsiniz!

    Acılar içinde biraz öfkeli,

    Yerden toplayıp ta yiyememek,

    Renkli akideleri.

    Dönerdim arkadaşlarımın arasına.

    Mağrur ve gururlu!

    Zafer kazanmış bir edayla!

    Biraz da, belki azıcık,

    Derisi yüzülmüş kol, bacak yaralarıyla.

    Eeee hayat bu ya!

    Her kavganın ve zaferin

    Bir bedeli vardı.

    Kabak da benim akidelerimin

    Başına patladı.

    Suat, Cenk, Soner, Muhittin,

    Adaşım Engin!

    Hani hep birliktik bu çocuksu kavgalarda!

    Korkuyu, öfkeyi,

    Sevgiyi,

    Arkadaşlığı,

    Ve hatta ihaneti, satılmışlığı;

    Bu tükürüklü,

    Arnavut taşlı sokaklarda,

    Çocukluğumda öğrendim!

    Zaman geçti, yaş ilerledi.

    Su misali.

    Geldi çattı, beyaz yakalı,

    Siyah önlüklü,

    Haylaz mı haylaz,

    Yaramaz mı yaramaz,

    Okul dönemi.

    Abimle birlikte ailede;

    Ümitler, nazarlar üzerimizde!

    Gelecek kaygısında,

    Ateşten gömlek içinde;

    Yetmişler, Seksenler…

    Zorlu mu zorlu, kavgalı mı kavgalı,

    Sağ, sol cenderesinde,

    Nice canlar, nice bedenler

    Tükendi.

    Daha renklerin ne olduğunu tam bilmeden,

    Hayat bana gösterdi.

    Siyahın ve grinin tonlarını öğretti.

    Halbuki ben o ana kadar,

    Adını sonradan öğrendiğim,

    Paslı demirin rengini,

    Açık kahverengini,

    Soğuk Demirci Ustası babamın,

    Öğlen yemeği için eve gelirken,

    Nasırlı, terli ellerinde gördüm…

    Ve bazen yazları,

    Terden ıslanan yüzünde,

    Çatlayan dudaklarında;

    Susuzluğu, onuru,

    Dik duruşu, emeği gördüm…

    Sıraya girerdi komşular birer birer!

    Kırardım camlarını top oynarken,

    İstemeden teker, teker.

    Canım babam, “Kim bilir akşama ne der?”

    O çatlak, nasırlı ellerde,

    Sevgiyi, şefkati gördüm…

    Sonradan bildim.

    Nedir alın teri?

    Bu basamakları çıkarken usulca,

    Yavaş yavaş;

    Bilmeden, kendiliğinden,

    O çocukluğumu,

    Arnavut taşlarına gömdüm…

    Dayanaktı Anam, bilirim,

    Az çekmedi.

    Hani eskiler der ya!

    “Bir gün yüzü pek görmedi.”

    Her ne kadar kızsa da Ağabeyim,

    O, inancı uğrunda,

    Bir siyah güvercindi.

    Ve hâlâ kanatları üzerimizde,

    Bizi beklemekte…

    Şimdi yok Arnavut kaldırımları,

    Yok artık ufak tefek parke taşları.

    Yaşananlar anılarda,

    Adımladığım yollarda kaldı.

    Üstü kapandı hep, asfalt döşendi.

    Ahşap ev de yok artık.

    O tahta kokuları,

    Gri betonlara, solgun rüzgarlara büründü.

    Ağabeyim, kız kardeşim,

    Anam, babam.

    Epey zaman oldu,

    Onlar buraları çoktan terk etti…

    Bazen geçerken Şenlik Dede’de

    Arka sokaklardan,

    Tanıyamadığım yaşlı yüzler,

    Selam veriyorlar.

    Soruyorlar babamı, annemi,

    Yaşıtlarım ise

    Ağabeyimi, kız kardeşimi.

    Saygıyla, özlemle ellerini sıkıyorum,

    Cevap veriyorum!

    Ben hâlâ aynı sokaktayım.

    Belki de eşim

    Ve iki küçük yavrumla,

    Anılarımı nakşettiğim,

    Arnavut kaldırımlarının,

    Yeniden, son bir kez,

    Çıkmasını bekliyorum…

  • Dalgalı Soru

    Bir ikindi vakti,
    Demir aldı vapur Kadıköy’den.
    İçinde, bin bir çeşit insan,
    Yüksek sesle konuşan.
    Çevresine yabancı, kendisine aşık,
    Kahkaha atan.
    Kimisi renkli kumaştan,
    Kiminin hali perişan.

    Hepsi doluşmuş,

    Beyaz kuğunun sırtına,

    Denizi yara yara,
    Ağır ağır, kıyıdan kıyıdan,
    Yol alıyor, Beşiktaş’a.

    Arka salonda tam ortada,
    Kanunla dertli dertli çalan,
    “İkinci baharı yaşıyor ömrüm”,
    Nameleri dökülürken,
    Gözlerim daldı mavi denize,
    Vapurun kirli camından.

    Kaç bahara daha ulaşır insan,
    Daha bitmeden, dökülen yaprakların hesabı?
    Daha bilmeden,
    Kaç yüreğin,
    Kaç sözün,
    Bilinmeden cevabı?…

  • Büyüme Küçüğüm

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Elin yüzün kirli, oynadığın misketleri,
    Sokakta bulduğun mavi gözlü yavru kediyi,
    Rengarenk etrafa saçılan, gökkuşağından düşleri,
    Yastık, yorgan, kale yaptığın odana
    Taşıyamazsın…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Dizleri yırtık, fermuarı bozuk pantolonunla,
    Boğazını yırtarcasına bağıra çağıra sokaklarda,
    Bir baştan bir başa umursamaz tavırlarla,
    İstesen de bir daha,
    Koşamazsın…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Kazanmak için arkadaşın iddiasını,
    Hem simidini, hem de kolasını,
    Çekemezsin, komşu kızların örgülü saçlarını,
    Sıkamazsın, kimseye aldırmadan çocukluk aşkının yanağını.
    O çamurlu tozlu yollarda, çelme takıp ta,
    İtemezsin arkadaşını…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Çıkaramazsın umursuzca dilini.
    Kağıttan yaptığın kayığına yüklediğin hayallerini,
    Gidonu eğik üç tekerlekli bisikletini,
    Yalayıp ta bitiremediğin elma şekerlerini,
    Boşuna arama bulamazsın bir daha,
    Sana verdikleri neşeyi, mutluluğu, sevgiyi.

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Sokak savaşlarında attığın taşlarla,
    Mahalle maçlarında vurduğun toplarla,
    Konu komşunun, bakkal amcanın camlarını
    Kıramazsın.
    Öylesine masum, öylesine huzurlu, öylesine özgür…
    Bırak küçüğüm!
    İçindeki çocuk öyle kalsın.

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Yaş alıp yaşlandıkça,
    Hırlıyı, hırsızı, saygısızı tanıdıkça,
    Bir şey yapamamanın üzüntüsü, öfkesiyle,,
    Biriktirdiğin keşkelerin ve pişmanlıklarınla
    Rahat ve huzurlu bakamazsın.
    Hayata, insanlara,
    Aynalara…

    Büyüme sakın küçüğüm!
    Kuşları, kedileri, çiçekleri.
    Gemileri, kamyonları, arabaları.
    Tebeşirle çizdiğin komşu evlerin duvarları.
    Arkandan bağırırken mahallenin teyzeleri, amcaları,
    Gelince sen de aynı yaşa,
    Bakma arkana, bulamazsın artık onları.
    Sende bıraktıkları,
    Anıları…
    Dostlukları…
    Arkadaşlıkları…
    Yaşanmışlıkları…

  • Meleğim

    Uyandığında sabaha,

    Gözlerindeki ışıkla,

    Ben yeniden doğarım,

    Sana her bakışımda,

    Bir dua gibi,

    Adını mırıldanırım: Meleğim…

    Hatırlamazsın, bilemezsin, ilk kez kucağıma aldığımda,

    Minicik parmakların titreyerek elimi kavradı,

    Ve benim adım o an ‘Baba’ydı.

    Bilmezsin henüz,

    Nasıl titrerdi içim,

    O minicik ellerini tuttuğumda,

    Sanki dünya avuçlarımda çatlardı,

    Ve seninle yeniden kurulurdu.

    İlk defa “Baba” dediğin günü unutamam,

    Dilin dönmedi, ama gözlerinle söyledin,

    İşte o an, içimde tüm fırtınalar sustu.

    Bir zamanlar yalnızca kendime ait olan kalbim,

    Artık seninle çarpıyor.

    Her kahkahan,

    Her düşüşün,

    Her gözyaşın,

    Bir nehir gibi içimden akıyor.

    İlk adımını atarken,

    Bocalarken,

    Gözlerindeki kararlılığı gördüğümde,

    Anladım:

    Sen, bana öğretilmiş en büyük cesaretmişsin.

    O ilk adımlarında, bana doğru gelirken,

    Düşe kalka, ama vazgeçmeden,

    Gözlerindeki o ışıltıyı, hâlâ her sabah ararım.

    Bazen uyurken yanağına bir buse,

    Gizlice öperim,

    Ve korkarım;

    Zaman geçmesin,

    Saçlarının kokusu,

    Hep böyle kalsın,

    O ufacık ellerin hep bana sarılsın…

    Ve o Ayşe… Hani sana aldığım bez bebeğin,

    Her sabah uyanır uyanmaz, onu sıkıca kucakladığın,

    ‘Bak baba, Ayşe de seni seviyor’ dediğin an,

    İşte o an, dünyadaki bütün sevgiler sustu,

    Bir tek sen ve Ayşe’nin bakışı kaldı bana.

    Büyüyorsun, Meleğim,

    Bazen gözlerimin önünde,

    Bazen uykularımda…

    Ve ben tutamıyorum zamanı,

    Ne yapsam da,

    Her geçen gün biraz daha az sığar oldu kollarıma…

    Ama bil ki,

    Sen büyürken,

    İçimde büyüyen bir şey daha var:

    Sana olan sevgim,

    Korkularım,

    Ve sonsuz hayranlığım.

    Gülüşünle başlar her sabah,

    Ve sen üzülürsen,

    Dağılır içimdeki gökyüzü…

    Bir sabah uyandığında, gözlerini açıp bana gülümseyişin,

    Hayatımda gördüğüm en güzel sabah oldu,

    Bin sabaha razıyım, o gülüşü görmek için.

    Meleğim,

    Hayat bazen sert esen rüzgarlar getirecek sana,

    Ama unutma,

    Her fırtınada bir dağ gibi duracağım arkanda,

    Bir baba gibi değil,

    Sonsuz bir sevda gibi,

    Bir sığınak gibi.

    Hatırlamanı isterim: İlk kez denize girdiğimizde,

    Korkuyla sarıldın boynuma, “Baba düşer miyim?” dedin,

    Sana söz verdim, ‘Asla bırakmam.’

    Ve bu söz, ömrümün en büyük yeminidir sana.

    Sen büyüdükçe,

    Ben senden öğrendiklerimi saklayacağım kalbimde,

    Seninle yeniden çocuk olmayı,

    Seninle yeniden insan olmayı…

    Ve bir gün,

    Belki benden uzakta,

    Kendi yolunu yürürken,

    Bil ki,

    Her adımında,

    Sessizce, gözyaşlarımla dua olacağım sana:

    Meleğim…

  • Toprak

    Toprak,
    Hiç küsmez insana.
    Ne varsa içinde, verir.
    Yoktur bir isteği, karşılığı,
    Ne ekilirse bağrına,
    Ne karılmışsa emekle, terle,
    Olduğu gibi verir insana, olduğu gibi.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç kırılmaz insana.
    Yağmurda, karda, çamurda,
    Varsa üstünde birikmiş suyla,
    Arkasında olmayan sırla,
    Olduğu gibi yansıtır insana, olduğu gibi.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç darılmaz insana.
    Parayı put yapmış doyumsuzlarca,
    Bırakılsa da ilgisiz, kullanılsa da hoyratça,
    Sürekli kirletilse de ahlaksızca,
    Varsa son bir gücü,
    Karşılıksız verir insana, karşılıksız verir.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç vazgeçmez insandan.
    Nasıl ki vazgeçmezse anne yavrusundan,
    İlahi takdirle çıkmışsa bağrından,
    Elbette, O’na dönecektir insan,
    Dönecektir elbette, sonunda.
    Ne bir saniye geç, ne bir saniye erken.
    İşte o an, anlamsızdır zaman,
    Hükümsüzdür insan.

    Toprak,

    Bir Dünya idi.
    Tıpkı, bizden öncekiler gibi.
    Ekilip gidilecek,
    Var yok sofrasında,
    Üzeri örtülecek,
    Hay huy kavgasında,
    Silinip gidecek,
    Elbet bir gün,
    Mizanı görülecek,
    Bedenlerin döşeği idi.

  • Bu Şehir

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Sabahın erkeni, henüz karanlığın
    Ağır ağır bastığı zamanda,
    Sokak lambalarının yanmadığı
    Zifiri karanlıkta,
    Hafif yağmurlu, çok da üşütmeyen
    Bir havada,
    Kendimi saldım sokaklara.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Üzerimde babamın verdiği,
    Çok da hoşuma giden
    Siyah yağmurlukla,
    Adımlarım hızlı hızlı kaldırımları.
    Dalarken bazen düşüncelerime,
    Ağır, ağır ve kararlı,
    Geçerken bir bir önünden,
    Dükkanların hepsi kapalı.
    Yabancıymış gibi selamlayıp,
    Gülüyorum, camlardan yansıyan kendime.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Biraz ilerde, benden çok daha önce,
    Uyanıp ta un çuvallarını taşıyan,
    Fırının kaçak çalışanları.
    Siyahın içinde parlıyor,
    Üzerlerinde un beyazı,
    Benim üzerimde siyah yağmurluk.
    Rahmet, ufaktan ufaktan ıslaklık üzerimde.
    Unun beyazı, ufaktan ufaktan kırağı sanki,
    İşçilerin bedeninde,
    Üşütmeyen, titretmeyen sokağın beşiğinde.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Kafamda bin bir tilkinin kuyrukları,
    Her bir taşı,
    Üzerine basılmış kör aşık hayatı.
    Çıkarken;
    İnce ince işlenmiş,
    Bir ters, bir düz,
    Yokuşları.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Atarken;
    Eskimiş gömleğimi,
    Sökük düğmeleriyle üzerimden,
    Soğuklara arkadaş,
    Omuzları geniş, beli dar yağmurlukla;
    Çoraplı sıkan,

    Çıplakken içi kadar özgür ayakkabımla,
    Adımlarımı.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Gezerken;
    Bir uçtan bir uca,
    Balat’tan Galata’ya,
    Yosmanın çığlığı, ayyaşın narası,
    Raks ediyor; vapurlar, dalgalar, martılar,
    Tambur, ud, keman, karışık meze kulaklarıma.
    Eksik olan ney,
    Kimse bilmez, ruha üflenmiştir nefesi;
    Sahibi tek, yeryüzü halifesi,
    Her bir melodisi Adem’in sesi;
    Bulmak için arşınlarım,
    Terli terli,
    Asude sokakları…

  • Beni Soracaksan

    Beni soracaksan, kulpsuz kapılara sor.
    Boyası dökük,
    Gevşek vidalı,
    Menteşesi kopmuş,
    Bozuk kilitli, gıcırtılı,
    Tam kapanmayan,
    Boşluklarından soğuk rüzgar kaçıran
    kapılara.

    Beni soracaksan, penceresi, damı olmayan evlere sor.
    Kiremitleri eksik, çökmüş tavanı,
    Her yağmurda akan.
    Kapı çerçeve kırık,
    Lambaları yanmayan.
    Muslukları paslı, yıkık duvarlı,
    Evsize, barksıza,
    Üç beş bahtsıza,
    Ocak diye sığınak olan
    evlere.

    Beni soracaksan, yaprağı sararmış ağaçlara sor.
    Dalları sarkmış, kırılmış,

    Gövdesi kurumuş.
    Kökleri susuz,
    Aşı tutmayan.
    Esen yele zayıf,
    Yıkıldı yıkılacak
    ağaçlara.

    Beni soracaksan, fırtınayla savrulan dalgalara sor.
    Rastgele sahillere atan,
    Sahipsiz kayıkları batıran,
    Halatları kopmuş kaderime çarpan,
    Bir sağımdan bir solumdan vuran,
    Yorgunluktan bitkin bedenimi donduran,
    dalgalara.

    Beni soracaksan, suya hasret toprağa sor.
    Başaklarını özleyen tohumlara,
    Fidanına aşık yapraklara,
    Susuz da kalsa kucak açan,
    Beni saran sarmalayan,
    Biricik yârim olan
    toprağa.

    Beni soracaksan, mürekkebi tükenmiş kaleme sor.
    Belli belirsiz yazmaya çalışan,
    Hayatın sayfalarından taşıran,
    Noktası virgülü eksik,
    Hecelerime yetersiz,
    Satır yazamayan,
    Paragraf başı yapamayan,
    Beyaza mahkûm, siyaha aşık
    kaleme.

    Beni soracaksan, mezar taşlarına sor.
    Kitabesi kayıp,
    Mermeri kırık,
    Toprağı çiçeksiz,
    Yasin’i okunmayan, sahipsiz
    mezar taşlarına..

  • Vesselam

    Sığındım sessizliğin gölgesine.
    Öyle yakıcı ki gerçekler,
    Kendi bahçemde kurumuş çiçekler,
    Susmak alev topu yüreğimde,
    Yok söndürecek kelimeler.
    Halbuki yağmalı,
    Sicim gibi, yağmur gibi
    Gözyaşları.
    Karışmadan toprağa,
    Akıp gitmeden,
    Bulaşmadan çamurlara,
    Dile gelmeli tüm gerçekler.
    Söndürmeli, korlaşmış ateşten,
    O yakan tutuşturan
    Düşünceleri.
    Hüzün oldu, hasret oldu,
    Bana yazılmayan her an,
    Mış gibi yapmadan,
    Yarınsızlara borçlanmadan,
    Basmalı o son notaya.
    Sessizliğim, kördüğümdür yarınlara.
    Çıkmasa da sesim,
    Yankılansın sessizlerin,
    Yalansız dolansız Dünyasında.
    Kırgınlığım yok,
    Yok küskünlüğüm.
    Silik, buğulu nefesim, siyah camda.
    Sızılarım birikmiş hepsi yanımda.
    Sisin ağırlığı çökmüş gözlerimde,
    Feryadım duyulmuyor, ne sağda ne solda.
    Öğrendim artık!
    Hangi taş, hangi demir, hangi ağaç,
    Uzanacak sonsuzluğa.
    Hepsi boş, hepsi…
    Ya pas tutacak, ya da toz olacak,
    Rüzgarlara kanmadan, kapılmadan,
    Ne kadar eserse essin,
    Hatta kökünden koparsa da,
    Yalnız yürümeli insan,
    Tek kişilik bu yolda.

    Zaten değil mi en güzel olanı da,
    İmkansızlığın kalemsiz yazıldığı,
    O son sayfada,
    Varsa; helallik alınacak,
    Dost, arkadaş,
    Tanıdık, yoldaş,
    Bilmesem de cevapları,
    Tamamdır benden yana.
    Hesabı, kitabı bırakıp arkada,
    Bütün bir ömrü,
    Sığdırmak tek bir satıra.
    Virgülsüz, noktasız,
    Öylesine düz, öylesine yalın,
    Miras bırakmak bu sahte dünyaya.
    Ne mutlu, duyulursa
    Anılarda, hatıralarda,
    Vesselam,
    Hoş bir seda…

  • Arzuhal

    Kardeşlerim, Dostlarım,
    Haydi gelin birlik olalım!

    Atalım,

    Günah denizlerinde boğulsun,
    Kadınlarımızı, çocuklarımızı,
    Göstermeyen
    Savaşları.

    Yakalım,
    Elimizden alınan,
    Nazlı, sevdalı insanlığımıza,
    Pranga vuran, içimizdeki
    Sen ben
    Kavgalarını.

    Vuralım
    Zincirlere,
    Kör kuyulara gelesi,
    Susuz, bereketsiz, çorak,

    Nasipsiz mahsullerin yetiştiği,
    Toprak
    Kavgalarını.

    Eritelim
    Kor ateşlerde,
    Günahsız bebeklerin uykularına,
    Açmamış çiçeklerin tohumlarına
    Kasteden,

    Masum bedenlerin katillerini.

    Ya da gidelim
    Oz Büyücüsüne,
    Çıkarsın içimizdeki
    Şeytanı.