Şiirler

  • Dut Ağacının Gölgesi

    Bir çocuk doğar, dağların kucağında,
    Rüzgarın sesi vardır gözlerini açtığında.
    Bir yaylanın serin nefesi dolar ciğerlerine,
    Dünya budur onun için, dokuz koca yıl boyunca.

    Kış geldi mi, kaybolur evler beyazın içinde,
    Yaylada durmaksızın yağan kar, damları örter sessizce.
    Ama çocuklar bilir yolları,
    Tüneller açılır, birbirlerini bulur oyun arkadaşları.

    Bahar geldi mi, ilk kardelenlerle uyanır,
    Derelerin şarkısını dinler taşların arasında.
    Ve yaz, bir masal gibi gelir yaylaya,
    Bulutlar yere iner, koyunlar yatar yıldızların altında.

    O, köye hiç inmez, dünya da inmez ayağına,
    Mevsimler onunla döner,
    Gök kubbenin altında,
    Zamanı rüzgâr ölçer, yıldızlar sayar.

    Başka bir yerde, bir başka çocuk,
    Bir köyün sabahına uyanır usulca.
    Çağırır onu, tarlalar, bağlar, bahçeler,
    Gözleri göğe bakar, elleri toprağa düşer.

    Bir elinde orak, bir elinde ekmek,
    Bazen dut toplar, bazen buğday biçer.
    Yüzünü seyreder, suların aynasında,
    Tortum Çayı’nda yüzmeye gider, serin akşamlarda.

    Ve arkadaşlarıyla düşer yollara,
    Uzanır adımları, Cala’nın, Abirnis’in dağlarına.
    Kozalaklar toplarlar heyecanla,
    Ellerinde reçine, saçlarında rüzgâr.

    Her gün gökyüzü biraz daha genişler,
    Her gece yıldızlar biraz daha yaklaşır.
    Ve çocuk büyürken, içinde bir ateş yanar,
    Geleceğin dallarında bir sevda yeşerir.

    Sonra bir gün, kader onları bir dut ağacına getirir.

    Sokağın ardında bir dut ağacı,
    Yeşil gölgesinde iki gölgenin yazgısı.
    Yere düşmüş dutlar serili toprakta,
    Bir çocuk eli uzanır, düşen dutları toplar, atar ağzına,
    Diğeri göğe yakın bir daldan seslenir ona:
    *”Bırak onları, gel, ben sana dalından koparayım,
    Tertemiz, güneşin dokunduğu gibi saf.”
    *Ağacın tepesinde bir delikanlı,
    Bir mevsim gibi iner kızın yüzüne, bakışları.
    Ve zaman durur, fısıldaşır yapraklar,
    O an, onların etrafında döner rüzgar.
    Biri gözlerini kaldırır, biri gözlerini indirir,
    Zamanın ellerinde yeni bir hikâye başlar.
    On iki yaşındaki kız, on beşlik delikanlıya bakar,
    Bir ömürlük yolculuk, gövdesinden sızar bir dutun.
    Ve iki fidan, başlangıcına düşer bir ömrün.

    Ama yollar suskun, yollar dikenli,

    Hayat yol ister, sabır ister,
    Fırtına olur bir evde dertler,
    Duvar gibi yükselir, kızın ailesi,

    Sevdalar sınanır, mektuplar yıllara uzanır,
    Delikanlı, içindeki fırtınayı dağlara sürer.

    Askere gider delikanlı, yaylanın kızı bekler,

    Günler uzar asker ocağında, kısalır mektuplar,

    Kağıtlarda hasretle kurur kelimeler.
    Eşkıyalar, Ağrı’nın dağlarında yolları keserken,
    O, sessizliğin içinden ses olur,

    Gündüzleri bir adın sıcaklığıyla ısınır,

    Özlem, geceleri ince bir rüzgâr gibi eser,

    Karanlıkta bir kandil gibi titrer,

    Kağıtlarda lekelenmiş mürekkep izleri,
    Yüreğin haritası olur,
    Geceler mektupları okur, şahittir yıldızlar.
    Bir kızın adını, kurşunlardan sakınarak anar.
    Kimi zaman bir dağ başında,
    Kimi zaman bir sınır karakolunda,
    Gözlerini kapatıp düşler adam:
    Başını yasladığı omuz, bir dut ağacının altında.
    Askerlik uzar, olur yirmi sekiz ay,
    Her geçen gün kalbine vurur ağırlık,
    Ama mektuplar hâlâ elinde, hâlâ sıcak,
    Sanki uzaklardan bir el tutar parmaklarını,

    O elin hayali ile, bitirir hasretliğini.

    Sonra evlilik, tek göz bir oda,
    Dört duvarın içinde sımsıcak bir dünya.
    Bir ekmek bölüşülür, bir düş paylaşılır,
    Ve yollar adamı yine çağırır.

    Gurbette elleri taş tutar,
    Ayakları demir yollarına basar, ray döşer,

    Van’da sabahlar pus içinde doğar,
    Kırık rayların sesine karışır düşleri.

    İzmir Tire’de madene iner, karanlığa gömülür bedeni,
    Kömür ocaklarında kazma vurur karanlığa,

    Ama umudu hiç solmaz, bir ocağın içinde yanar.
    Bir gün dönecek diye her lokmayı umutla yutar.

    Özlemlerini sırtlanır, döner yuvasına.

    Bir soğuk günün şafağında, bir çocuk sesi çınlar,

    Köyde güneş bir başka doğar,

    O an anlarlar, artık kendilerinden, bir parça vardır.
    Ama yoksulluk çırılçıplak, köy dar gelir düşlere,

    Bir gelecek sığmaz toprağa.

    Toprak, aç kalır umutlara,

    Bir tren düdüğünün sesi,

    Olur, bir kaderin çizgisi.

    Erzurum’dan ayrılırlar bir trenle.
    İnce bir çizgi çeker raylar, geçmişin üzerine.
    Bir kadın, gözlerinde eski baharların rüzgârı,
    Bir adam, cebinde yıpranmış mektuplarıyla,
    Sessizce bakarak geçmişe,

    Varırlar İstanbul’un kapısına.
    Şehir büyük, bilinmez, korkutucu,
    Ama iki insanın gölgesi, yürür yan yana,
    Bir zamanlar dut ağacının gölgesinde duran,
    İki çocuğun gölgesidir hâlâ.

    Yeni bir hayat başlar, bir odada,
    El ele verilir, ekmek kavgası büyür.
    Ve her gece adam, gözlerini kapattığında,
    O dut ağacını görür, o ilk sesi duyar:
    *”Bırak onları, gel, ben sana dalından koparayım.”
    *Ve o an anlar, bütün yollar, bütün ayrılıklar,
    Bütün ekmek kavgaları,
    Bir tek şeye varmak içindi:

    Ona…
    Bir büyük aşk başlamıştı, o dut ağacının gölgesinde.
    Hiç bitmedi,

    Bu büyük şehrin ışıklarında.

    Hiç kaybolmadı,

    Ne bir başka gölgede,

    Ne de başka gölgelerin izinde.

  • Öğüt

    Ah o Güneş ve Ay tutulmaları.
    Son tutulmalar hiç de iyi olmadı!
    O büyük ve güzel gemilerimiz,
    Sığ ve küçük limanlarımızda bağlı kaldı.
    Bu kış kimse susmasa da,
    Aslında çok az kar yağdı.
    Rüzgarlara kayıtsız ve hoşgörüsüz,
    Milyonlarca sorun tohumu yüzsüz,
    Suyun yeşilden kardeşlerini yakanlar.
    Yaktıkları;
    Bir daha yeşermeyecek olan umutlardı.
    Hayat, bu Dünyaya bırakılmış zaman kırıntısı.
    Öylesine ürkek ve sahipsiz kelimelerin kalabalığı,
    Düğünlerin kör ve sağır tanıkları,
    Kıyılan nikahlar değil,
    Kelimelere beden olmuş canlardı.
    O huysuzluğun ve şımarıklığın kucağında,
    Yitip gidenler uzaktan akraba hayatlar,

    Ne denizler, ne toprak, ne de gökyüzünde bulutlar,
    Hesabı sonraya kalanlardı.
    Bu günahların yoktur yatağı,
    Ne kapısı, ne damı, ne de yuvası.
    Hepsi tek, hepsi bir,
    Soysuzların ihtirasları.
    Kavgaların en güzeli,
    İnandığın gibi yaşarken,
    Yaşatabilmektir farklılıkları.
    Baktığın penceren farklı olsa da,
    Farkında olmaktır,
    Soluduğun aynı havayı.
    Denizlerde milyonlarca balık,
    Atılsa toprağa çıkar canı.
    Kavgaların en onurlusu,
    Kabul etmektir,
    Kabullenmektir,
    Her balığın su dolu kendi fanusu.
    Kavgaların kardeşçesi;
    Vururken kutsallara, değerlere,
    Kalleşçe, düşüncesizce,
    Anlamaktır,
    Anlayabilmektir.
    Aynı toprağın, aynı denizin;
    Ardı var, arkası var, bürünecek bedenlere.
    Cevabı bekleyen küçük soruyor:
    O halde bu öfke, bu kavga niye?
    İnsanlık emekleme devresinde,
    “İkra”yla başlayan okuması,
    Henüz ilk hecesinde.
    Küçük öğrenecek büyüyünce,
    Bir arada yaşayamayan farklılıkların,
    Kimlerin değirmenine aslında,
    Su taşıdıklarını.
    Sırıtırken leş kargaları,
    Yemeye hazır kıvama gelince,
    Son pişmanlık fayda vermeyecek,
    Her şey ve her şey,
    Elden gidince…

  • İnsan

    Düştüm bir ana rahmine,

    Karanlık, sıcak ve tarifsiz.
    Zamanın orada hükmü yok,
    Kalp atışlarımdan başka ses de.
    Ve ben, henüz ben değilken,
    Sessizliğin içinde büyüdüm.

    Sonra bir çığlıkla geldim dünyaya,
    Soluğumda ilk korku,
    Tenimde ilk ürperti,
    Annemin gözlerinde tanımsız bir merhamet.
    Dünya soğuktu, kalabalıktı ve genişti,

    Ben küçük, ürkek ve aç.

    İlk adımlarım düştü yere,
    Toprak beni kucakladı,
    Gökyüzü maviye büründü gözlerimde.
    Taşların soğukluğunu,
    Rüzgârın şarkısını öğrendim.
    Dizlerimi yaraladım,
    Oyunlar oynadım,
    Güneşin altında çocuk oldum.

    Sonra büyüdüm usulca,
    Ellerim kalem tuttu,
    Kelimeler dizildi ardı ardına,
    Bilmek, anlamak istedim,
    Zamanın içinde kendime yer aradım.
    Gözlerim uzaklara bakmayı öğrendi,
    Gölgeler uzadı içimde.

    Aşka düştüm bir gün,
    Ellerim titredi,
    Gözlerim başka birine güldü.
    İnsan, insana dönüştü içimde.
    Bir sesin peşinde yandım,
    Bir dokunuşun içinde kayboldum.
    Ve öğrendim ki sevda,
    Hem yara hem şifa.

    Günler geçti, yollar yürüdüm,
    Kazandım, kaybettim,
    Düştüm, kalktım.
    Yüzümde yılların izleri,
    Sözlerimde hayatın ağırlığı.
    Beni ben yapan her şey,
    Bana yük mü, yoksa miras mı, bilemedim.

    Ve bir gün, son nefesi üfleyeceğim göğe,
    Bir sabah ya da gece vakti,
    Zaman beni de alıp götürecek.
    Dünya dönecek, rüzgâr esecek,
    Ve bir çocuk doğacak,
    İlk çığlığıyla devralacak benden hayatı.
    Ben belki bir hatırada yaşayacağım,
    Belki rüzgârın uğultusunda,
    Ya da hiç olmayacağım.

    Ama insan,
    Doğacak, büyüyecek, sevecek,
    Yanacak, düşecek, kalkacak,
    Ve sonunda yine göğe bakacak.
    Bilinmez bir sonsuzluğa doğru,
    Sessizce yürüyüp gidecek.

  • Hani Bir Gün

    Hani bir gün,
    Bir sınırsız, zamansız anda,
    Kopan bir ışığın koynunda,
    Elimizde sözümüz, yazımızla,
    Savrulduk bu dünyaya.

    Hani bir gün,
    Siyah güvercinimin kanatlarında,
    Bir buğulu hayal, bir masumiyet, bir sevda,
    Gelip konmuştu dalıma,
    Olmuştuk revan yola.

    Hani bir gün,
    Bir İstanbul akşamında,
    Siyahla beyaz iki dora,
    Sürüklemişti beyaz peşi sıra,
    Hayatın kalanıydı sırtımda.

    Hani bir gün,
    Bir gözyaşı sabahında,
    Gövdemi saran yıldızlarımla,
    Dönmüştüm dallı budaklı çınar ağacına,
    Satır satır yazılmıştı hayatıma.

  • Annem

    Annem,
    Siyah güvercinim, ben geldim.
    Yorgunum biraz.
    Ama dur!
    Önce bir sarayım seni, içime çekeyim kokunu,
    Duyayım sesini.
    O Nur yüzünü,
    Şefkatli, pak, dualı ellerini,
    Öpeyim, öpeyim, öpeyim.

    Annem ben geldim.
    Ağladığımda,
    Sana koştuğum günlerdeki gibi.
    Hani tutacak bir el olmaz ya,
    Korkup düşmelerdeki gibi.
    Dolu dolu gözlerimle göğsünde,
    Hıçkırıklarımı gömüp te,
    Sessiz, sessiz.

    Annem ben geldim.
    Kabahat işlemiş çocuk gibi.
    Omuzlarım düşmüş,
    Yüzüm dökük,
    Gözlerim kaçamak bakış,
    Dile gelmeyen itiraflarımda,
    Sana mahcup ürkmüş.
    Uyumak istiyorum kucağında,
    Doya doya.

    Annem ben geldim.
    Yaş sadece zaman,
    Basamakları bol,
    Çıkılası merdiven.
    Ruhum aynı, yüreğim aynı,
    Tenim, gözlerim, yaşlı can,
    Biri zamandan, biri duygudan.
    Bana destek, dayanak varlığınla,
    Sen benimlesin.
    Nur yüzlü, ak saçlı,
    Siyah Güvercinim.
    Her an,
    Her zaman.

  • Üşüyorum

    Üşüyorum kardeş!
    Söylemeyen dillerden,
    Görmeyen gözlerden,
    Atmayan yüreklerden,
    Utanıyorum…

    Üşüyorum kardeş!
    Çıkmayan seslerden,
    Boş gönüllerden,
    Tutmayan uzanmayan ellerden,
    Utanıyorum…

    Üşüyorum kardeş!
    Ruhsuz bedenlerden,
    Sahte gülüşlerden,
    Nasipsiz sözlerden,
    Utanıyorum…

    Üşüyorum kardeş!
    Kula kulluk edenlerden,
    Cana kıyan katillerden,
    Nifak tohumu ekenlerden,
    Utanıyorum…

    Üşüyorum kardeş!
    Alın teri dökmeyenlerden,
    Haramı helal bilenlerden,
    Malı mülkü kıble görenlerden,
    Utanıyorum…

    Üşüyorum kardeş!
    Üretmeden tüketenlerden,
    Söz getirip götürenlerden,
    Sen ben kavgası güdenlerden,
    Utanıyorum…

    Üşüyorum kardeş!
    Sahipsiz bebeklerden,
    Aç açık kalan küçüklerden,
    Bombalarla büyüyenlerden,
    Utanıyorum…

    Üşüyorum kardeş!
    Çocuk gelinlerden, çocuk annelerden,
    Töre deyip kabullenenlerden,

    Utanıyorum…

    Bedenim üşüyor,
    Ruhum utanıyor, kardeş…

  • Ağabeyim

    Seninle aynı evde büyümek,

    Bazı sessizlikleri iki kişilik yaşamak gibiydi.

    Sana verilen nasihatleri dinlerken,

    Kapının arkasında ayakkabılarımı bağlardım ben.

    Çünkü orada, senin omuzunun gölgesinde,

    Hayatın ne olduğunu öğrenirdim.

    Sen;
    Bir babanın düşüncelerinde,

    Dualarında, hep kalbindesin.

    Önce sen yürüdün,

    Önce düştün,

    Önce sevdin,

    Ben arkandan geldim,

    Ama güç alarak senden.
    Sen;
    Bir annenin her gününde,

    Gözyaşında, kalbinde,

    Dilindesin.

    Hatırlamayabilirsin, bir gün bisikletten düşmüştüm,

    Kanamıştı dizim.

    Sen yere düşen bisikleti kaldırmadan önce,

    Beni kaldırmıştın.

    İşte o an sonsuz kere, büyüdün gözümde.
    Sen;
    Bir kardeşe bahşedilen,

    En değerli cansın,

    Yüreksin.

    Bir yaz akşamı balkon demirine yaslanıp,

    Şöyle demiştin: “Nedir ki bu hayat dediğin?”

    O zamanlar bana felsefe gibiydi cümlelerin.
    Sen;
    Bu hayatta kalemi kılıç,

    Sözleri ok, şefkati kalkan,

    Tüm renkleri kucaklayan

    Şövalyesin.

    Geceleri bazen geç gelirdin,

    Ama kapıyı sessizce açardın,

    Çünkü kardeşin uyuyordur diye düşünürdün.

    Oysa, gizli bir sadakatle,

    Sırf seni beklemek için, uyumazdım.

    Sen;
    Karanlığın korktuğu, ışığa dost,

    Bir kardeşe verilmiş en sessiz

    Mucizesin.

    Sen benim haritamdın,

    Yolum şaşırınca bulunduğun yeri gösteren,

    O kırmızı işarettin.

    Ama hiç sesini yükseltmeden,

    Senin sustuklarınla büyüdüm ben.
    Sen;
    Çıkmaz sokaklarda,

    Bozuk olan yollarda,

    Pusulası şaşmayan

    Rehbersin.

    Gizlice dinlerdim, yeni aldığın kasetleri,

    Okurdum, not defterine yazdığın yarım mısraları,

    Âşık olduğunu hiç söylemedin,

    Ama bir akşam odandan gelen o tek şarkı,

    Bana her şeyi anlatmıştı.
    Sen;
    Aşklarını,

    Ağlamalarını,

    Kavgalarını,

    Bilemediğim
    Ağabeyimsin…

  • Göç Ediyor Zaman

    Göç ediyor zaman,
    Alıyor çocukluğumu.
    Dinlemeden, beklemeden götürüyor;
    Çaresiz, güçsüz, peşi sıra koşturuyor.
    Sadece avunacak bir parça,
    Anı bırakıyor.

    Göç ediyor zaman,
    Alıyor arkadaşları, dostları.
    Gidenlerin ardından,
    Göz yaşları bırakıyor;
    Çaresiz, güçsüz, öylece bekletiyor.
    Elbette sıra ile.
    Sadece biliyor.

    Göç ediyor zaman,
    Yıllar, mevsimler, bir bir geçiyor;
    Emanet can, sadece biriktiriyor.
    O canlı, o ateşli, o hızlı ben;
    Sessiz, sakin ve huzurla,
    Sadece bekliyor.

    Göç ediyor zaman.
    Bir tarifi yok aslında.
    Doğumdan, ölüme uzanan,
    Adına gün denilen,
    Güneşle doğan,
    Güneşle batan zaman,
    Sadece akıyor, akıyor, akıyor…

  • Hasbihal

    Sordu!
    Kimsin sen?
    Harçsız kalın duvarın üstünde asılı duran,
    Dikişsiz tülün arkasında saklanan,
    Nasibini beklerken, elindekinden olan,
    Umut fakiri bir faniyim ben.

    Sordu!
    Kimsin sen?
    Islak urganı sıkarken terleyen,
    Lokmayı çiğnerken düşünen,
    İğneyle kuyu kazarken üşüyen,
    Dünyanın kamburuyum ben.

    Sordu!
    Kimsin sen?
    Olana sevinmeyip, olmayana üzüntüyü hasret bırakan,
    Siyah soruların sonuna, beyaz nokta koyulan,
    Işığa yoldaş, karanlığa set vurulan,
    Bir kuru ekmeğin hamalı, tozlu bedenim ben.

    Sordu!
    Kimsin sen?
    Yapılırken gıybeti, atılırken üstüne iftira, yalan, dolan,
    Kurumuş hak bağında, tutunacak el bulamayan,
    İnsan etine meftun riyakarlar sofrasında,
    Çiğnenmiş etin acısıyım ben.

    Sordu!
    Kimsin sen?
    Sahillere vuran dalgalarla göç eden,
    Nehirlerin, derelerin yatağında, pullu hayatlara yer gösteren,
    Zamanın fanusunda bir aşağı bir yukarı koştururken,
    Çokların arasında bilinmeyen, kum tanesiyim ben.

    Sordu!
    Kimsin sen?
    Sokakların örtüsü, aşınmış kaldırım taşlarında,
    Yıpranmış, dökülmüş kapı kulplarında,
    Sayısı bilinmeyen seslerin karıştığı çeşme başlarında,
    Akıp giden hatıraların, zinciriyim ben.

    Sordu!
    Kimsin sen?
    Dalgaların vurduğu yerde, neşe hüzün birlikte,
    Kavgaların ortasında, sakin bir tül perde,
    Toprağa yar, hayata sır, bir garip can idim.

    Sordu!
    Var mı şahidin?
    Sadece arkama baktım.
    Şahitlerim;
    Doğrusuyla, yanlışıyla,
    Sevabıyla, günahıyla,
    Arkamda bıraktıklarım.

  • Aynı

    Damların üstüne, her gün Güneş doğuyor.
    Kimi topraktan, kimi tenekeden,
    Kimi kiremitten, kimi ağaçtan.
    Hepsine, aynı yağmur yağıyor.
    Aynı bulutların altında,
    Yağmurun ıslaklığında,
    Aynı oluyor insan.

    Damların altında, bin bir çeşit duygular;
    Nice özlemler, hasretler,
    Nice ümitler, umutlar.
    Farklı olsa da beklentiler,
    Kimi; gözyaşlarını akıtırken,
    Ağıtlar sıralanır,
    Kimi; kahkahalar atarken,
    Sevinçler yankılanır.
    Ayrı kederler, mutluluklar yaşayıp,
    Gözyaşları akarken,
    Aynı oluyor insan.

    Damların yolu ya topraktan, ya asfalttan.
    Kimisi son durak,
    Kimisi çıkmaz sokak.
    Yürürken yollarda,
    Aydınlıkta ya da karanlıkta,
    Kalabalık ya da tenha,
    Hızlı ya da yavaş adımlarda,
    Aynı oluyor insan.

    Damların altında, çeşit çeşit hayatlar.
    Kimi canlı, kimi soluk,
    Kimi darda, kimi varda.
    Hayatın akışında farklı olsa da,
    Aynı toprağın altında,
    Dikişsiz, bağsız, beyaz bez sarılınca,
    Aynı oluyor insan.

    Damsız, çatısız, uçsuz, bucaksız topraklar.
    Sahiplenmiş yaşamı bitkiler, hayvanlar.
    Ne bir haset, ne de bir küp kavgası.
    Sakin ve huzurlu damsız diyarlar.
    Bir gün insan ayak bastığında,
    Aynı olacak buralar.

    Damların harcı sudan, kumdan,
    Elenmiş ya da kazılmış, taştan, topraktan.
    Ev olur, yuva olur,
    İster saraydan, ister barakadan.
    Yağmur, kar, vura vura,
    Gündüz, gece, sıra sıra,
    Sıcak, soğuk, sara sara,
    Zamanla üstü örtülür, yok olur,
    Toprak olur, toz olur,
    Kalmaz izi, döner aslına.
    Bir varmış, bir yokmuş,
    Aynı insan gibi.