Balat’ın cumbalı evleri altında,
Zamanın unuttuğu taş sokaklarda,
Koştururduk top peşinde,
Dizlerimizde yara, gözlerimizde gülüş.
Hatırlar mısın, iri yarıydık seninle.
Ama en çok yüreğimiz büyüktü,
Misketlere renk veren çocuklardık,
Hayalin mavisini serpmişiz hayata.
Bir köşe başında anneler seslenirdi,
“Akşam oldu, artık gelin!”
Ama biz, turuncusunda gün batımının,
Son topa, son gülüşe direnir,
İnat ederek, gecenin sessizliğine,
Ay ışığında da oynardık hayallerimizle.
İmam Hatip’in bahçesinden
Tahta aşırıp, yokuşlarda kayarken,
Kış gecelerinin soğuğunda,
Tek şey dostluğumuzdu, içimizi ısıtan.
Hiç kız arkadaşımız olmadı,
Sevgiyi birbirimize anlattık biz,
Dertlerimizi gözlerimizden okuyarak, sessizce büyüttük.
Ve bazen bir çınar ağacının gölgesinde
Yorgunluğumuzu sırt sırta verip unuturduk,
Dünyanın yükü omuzlarımıza binmeden önce,
Çocuk kalmanın ne güzel şey olduğunu, bilir miydik o zamanlar?
Bilmez miydik!
Akşamlar Yeşilova kıraathanesinde,
Bilardo toplarında dönerdi zaman,
Tavla zarında umutlar,
Kâğıtlarda, belki de yazılmamış hikayeler.
Hayatın kavgası bastırınca ayrı yollara düştük,
Ama rüzgâr hangi yandan esse, kökümüz aynı topraktı bizim.
Gecenin sessizliğinde bazen, aynı yıldızlara bakıp düşünürdük,
“Acaba yarın hangi yol bizi çağırır?”
Ve bilirdik,
Hangi yoldan geçsek de,
Varacağımız liman yine o eski dostluk.
Sonra…
1986 İstanbul’dan çıktık yola,
Efe rüzgârı gibi Akdeniz kıyılarına,
Çanakkale’nin serin sabahlarına,
Trakya’nın uçsuz bucaksız gecelerine.
Bisküviyle yaptık kahvaltılarımızı,
Çadır yırtıldı Gıdı Mehmet dikiş tutturamadı,
Ama dostluğumuzun kumaşı hiç yırtılmadı.
Akçakoca’nın dalgaları gibi
Parayı denkleştirip ödedik, o kaçtığımız kampı.
Vicdanımız tertemiz, gülüşlerimiz kadar berrak.
Bir sabah Ayvalık’ta güneşle uyandık,
Bir akşam Fethiye’de yıldızlara daldık,
Her rüzgârda saçlarımızda aynı şarkı,
“Biz buradayız, dostuz, sonsuza dek.”
Ve unutur muyuz Kamburun yerini,
O eski tahta masalarda, birer kadeh rakı gibi demleniriz hatıralarda,
Göz göze gelince susar, sonra bir kahkaha patlatırız,
Eskiden kalma yaramaz çocuklar gibi.
Balık kokusu, limon dilimi,
Ve o bahçede asılı kalan,
Bir ömrün en güzel günleri…
Garson Kambur abi hâlâ bilir bizi,
“Hoş geldiniz çocuklar” der,
Oysa artık hepimiz kırlaşmışız,
Ama onun gözünde hâlâ
Yokuşlardan kayan o çocuklarız.
Bir tabakta beyaz peynir,
Bir avuç kalamata zeytini,
Masada önce sessizlik, sonra içli bir türkü,
Biri başlar:
“Ah be kardeşim, ne günlerdi…”
Diğeri tamamlar:
“Bir daha mı gelir o günler geri?”
Ve o an,
Zaman Kamburun masasında donar,
Dalgalar duvarları döverken
Biz hâlâ Balat’ın çocukları oluruz yeniden.
Hâlâ gider, hâlâ otururuz,
Her yudumda geçmişi içeriz,
Her gidişimizde dostluğu tazeleriz.
Takoz İbrahim, Gıdı Mehmet,
Karagümük’lü Hüseyin, Erkek İbrahim,
Deli Ali, Önder…
Biz altı çocuk, altı adam,
Zamanın elinden tutarak büyüdük.
Hayat savurdu belki herkesi,
Ama biz, aynı dalda sallanan,
Aynı rüzgâra direnen,
Sevgiyle, sadakatle, tutkuyla
Kardeş kalan, yapraklar olduk.
Birlikte kuruduğumuz ateşlerin
Küllerini hâlâ saklarız içimizde,
Ne zaman bir araya gelsek,
O ateş yeniden yanar gözlerimizde.
Şimdi hâlâ o kahvelerde buluşuruz,
Eskileri ararız çayın dumanında,
Yeniden çocuk oluruz her hatırada.
Balat’ta kalan sesler gibi
Sokaklara karışır gülüşlerimiz.
Biliriz ki,
Bazı dostluklar,
Zamana değil,
Kalbe yazılır.
Ve biz hâlâ,
Bir gün eksilmeden buluşmanın
Dualarını taşırız içimizde,
Bir dost elinin sıcaklığında
Bütün geçmişi yeniden yaşar,
Gözlerimizin derinliğinde
O kayıp çocukları buluruz.
Çünkü dostluk,
Bir kez düştü mü gönül tahtına,
Ne zaman söker, ne fırtına,
Ancak hayatın son durağı,
Çözer, o kördüğüm bağı.