Kategori: Uncategorized

  • Beni Soracaksan

    Beni soracaksan, kulpsuz kapılara sor.
    Boyası dökük,
    Gevşek vidalı,
    Menteşesi kopmuş,
    Bozuk kilitli, gıcırtılı,
    Tam kapanmayan,
    Boşluklarından soğuk rüzgar kaçıran
    kapılara.

    Beni soracaksan, penceresi, damı olmayan evlere sor.
    Kiremitleri eksik, çökmüş tavanı,
    Her yağmurda akan.
    Kapı çerçeve kırık,
    Lambaları yanmayan.
    Muslukları paslı, yıkık duvarlı,
    Evsize, barksıza,
    Üç beş bahtsıza,
    Ocak diye sığınak olan
    evlere.

    Beni soracaksan, yaprağı sararmış ağaçlara sor.
    Dalları sarkmış, kırılmış,

    Gövdesi kurumuş.
    Kökleri susuz,
    Aşı tutmayan.
    Esen yele zayıf,
    Yıkıldı yıkılacak
    ağaçlara.

    Beni soracaksan, fırtınayla savrulan dalgalara sor.
    Rastgele sahillere atan,
    Sahipsiz kayıkları batıran,
    Halatları kopmuş kaderime çarpan,
    Bir sağımdan bir solumdan vuran,
    Yorgunluktan bitkin bedenimi donduran,
    dalgalara.

    Beni soracaksan, suya hasret toprağa sor.
    Başaklarını özleyen tohumlara,
    Fidanına aşık yapraklara,
    Susuz da kalsa kucak açan,
    Beni saran sarmalayan,
    Biricik yârim olan
    toprağa.

    Beni soracaksan, mürekkebi tükenmiş kaleme sor.
    Belli belirsiz yazmaya çalışan,
    Hayatın sayfalarından taşıran,
    Noktası virgülü eksik,
    Hecelerime yetersiz,
    Satır yazamayan,
    Paragraf başı yapamayan,
    Beyaza mahkûm, siyaha aşık
    kaleme.

    Beni soracaksan, mezar taşlarına sor.
    Kitabesi kayıp,
    Mermeri kırık,
    Toprağı çiçeksiz,
    Yasin’i okunmayan, sahipsiz
    mezar taşlarına..

  • Matruşkadan Bedenler

    Dünya terzihanedir.
    Herkes sıraya girer.
    Ama küçük, ama büyük,
    Ölçüsünü veren gider. 
    Ölçüsüne, ölçüsüzlükleri sığdıran
    Büyük bedenler,
    Dar Dünyasında sıkışmış yüreğiyle bekler.

    Dünya terzihanedir.
    Ölçüsüne dikkat edenler,
    Ölçüsüzlüklere set çeker.
    Ölçüsünü kaçıranlar,
    Vicdan, merhamet, kul hakkı hak getire,
    Dikiş attıran, nefret tohumu eker.

    Dünya terzihanedir.
    İnsan-ı Kamil olanlara,
    Bir kuru lokma, bir hırka,
    Dikişe gerek yok,
    İpliksiz, kumaşsız,
    Bir kuru döşek, toprak yeter.

    Dünya terzihanedir.
    İnsan korkularıyla sınanır.
    Sınanan,
    Sevdikleri değildir.
    Korkularına,
    Sebep olanlar elindedir.
    Yüreğine,
    Çentik attıran sevdikleridir.

    Dünya terzihanedir.
    Herkes kendisinin terzisidir.
    Soylusu, soysuzu, hırlısı, hırsızı,
    Adamı, delikanlısı, merdi, civanı.
    Doğarken seçilir kumaşı,
    Yeter ki kesmesini bil makası.
    Nicesinin defolu ölçülmüştür bedenleri.
    Kaderleri;
    İyilik, merhamet, sevgi misali,
    Kördüğüm olmuş iplerin zordur açılması.
    İz bırakan, dikiş tutturamayan,
    Yamak olmadan terziliğe soyunan,
    İplik görmemiş, ucu kırık iğnelerdir.

    Dünya terzihanedir.
    Hüzün, keder, öfke,
    Sevgi, mutluluk, neşe
    İç içedir.
    Her insan için ölçülmüş dikilmiştir.
    Uyar ya da uymaz!
    İnsan yaşadıkça sınandıkça,
    Ama renkli, ama solgun,
    Ama yüreği bol, ama ruhu dar,
    Ama kaftanı, ama kefeni,
    İster kadife ister patiska kumaşı,
    Elbette ki sarar günün sonunda,
    Gelip geçenleri, yitip gidecekleri,
    Yakışıp, yakışmadığını bilmeden bu hayata,
    Maskeleriyle kalanlar baş başa,
    Matruşkadan bedenlerdir.

  • Eski Mahallenin Çocukları – Balat’lı Ali’ye –

    Balat’ın cumbalı evleri altında,

    Zamanın unuttuğu taş sokaklarda,

    Koştururduk top peşinde,

    Dizlerimizde yara, gözlerimizde gülüş.

    Hatırlar mısın, iri yarıydık seninle.

    Ama en çok yüreğimiz büyüktü,

    Misketlere renk veren çocuklardık,

    Hayalin mavisini serpmişiz hayata.

    Bir köşe başında anneler seslenirdi,

    “Akşam oldu, artık gelin!”

    Ama biz, turuncusunda gün batımının,

    Son topa, son gülüşe direnir,

    İnat ederek, gecenin sessizliğine,

    Ay ışığında da oynardık hayallerimizle.

    İmam Hatip’in bahçesinden

    Tahta aşırıp, yokuşlarda kayarken,

    Kış gecelerinin soğuğunda,

    Tek şey dostluğumuzdu, içimizi ısıtan. 

    Hiç kız arkadaşımız olmadı,

    Sevgiyi birbirimize anlattık biz,

    Dertlerimizi gözlerimizden okuyarak, sessizce büyüttük.

    Ve bazen bir çınar ağacının gölgesinde

    Yorgunluğumuzu sırt sırta verip unuturduk,

    Dünyanın yükü omuzlarımıza binmeden önce,

    Çocuk kalmanın ne güzel şey olduğunu, bilir miydik o zamanlar?

    Bilmez miydik!

    Akşamlar Yeşilova kıraathanesinde,

    Bilardo toplarında dönerdi zaman,

    Tavla zarında umutlar,

    Kâğıtlarda, belki de yazılmamış hikayeler.

    Hayatın kavgası bastırınca ayrı yollara düştük,

    Ama rüzgâr hangi yandan esse, kökümüz aynı topraktı bizim.

    Gecenin sessizliğinde bazen, aynı yıldızlara bakıp düşünürdük,

    “Acaba yarın hangi yol bizi çağırır?”

    Ve bilirdik,

    Hangi yoldan geçsek de,

    Varacağımız liman yine o eski dostluk.

    Sonra…

    1986 İstanbul’dan çıktık yola,

    Efe rüzgârı gibi Akdeniz kıyılarına,

    Çanakkale’nin serin sabahlarına,

    Trakya’nın uçsuz bucaksız gecelerine.

    Bisküviyle yaptık kahvaltılarımızı,

    Çadır yırtıldı Gıdı Mehmet dikiş tutturamadı,

    Ama dostluğumuzun kumaşı hiç yırtılmadı.

    Akçakoca’nın dalgaları gibi

    Parayı denkleştirip ödedik, o kaçtığımız kampı.

    Vicdanımız tertemiz, gülüşlerimiz kadar berrak.

    Bir sabah Ayvalık’ta güneşle uyandık,

    Bir akşam Fethiye’de yıldızlara daldık,

    Her rüzgârda saçlarımızda aynı şarkı,

    “Biz buradayız, dostuz, sonsuza dek.”

    Ve unutur muyuz Kamburun yerini,

    O eski tahta masalarda, birer kadeh rakı gibi demleniriz hatıralarda,

    Göz göze gelince susar, sonra bir kahkaha patlatırız,

    Eskiden kalma yaramaz çocuklar gibi.

    Balık kokusu, limon dilimi,

    Ve o bahçede asılı kalan,

    Bir ömrün en güzel günleri…

    Garson Kambur abi hâlâ bilir bizi,

    “Hoş geldiniz çocuklar” der,

    Oysa artık hepimiz kırlaşmışız,

    Ama onun gözünde hâlâ

    Yokuşlardan kayan o çocuklarız.

    Bir tabakta beyaz peynir,

    Bir avuç kalamata zeytini,

    Masada önce sessizlik, sonra içli bir türkü,

    Biri başlar:

    “Ah be kardeşim, ne günlerdi…”

    Diğeri tamamlar:

    “Bir daha mı gelir o günler geri?”

    Ve o an,

    Zaman Kamburun masasında donar,

    Dalgalar duvarları döverken

    Biz hâlâ Balat’ın çocukları oluruz yeniden.

    Hâlâ gider, hâlâ otururuz,

    Her yudumda geçmişi içeriz,

    Her gidişimizde dostluğu tazeleriz.

    Takoz İbrahim, Gıdı Mehmet,

    Karagümük’lü Hüseyin, Erkek İbrahim,

    Deli Ali, Önder…

    Biz altı çocuk, altı adam,

    Zamanın elinden tutarak büyüdük.

    Hayat savurdu belki herkesi,

    Ama biz, aynı dalda sallanan,

    Aynı rüzgâra direnen,

    Sevgiyle, sadakatle, tutkuyla

    Kardeş kalan, yapraklar olduk.

    Birlikte kuruduğumuz ateşlerin

    Küllerini hâlâ saklarız içimizde,

    Ne zaman bir araya gelsek,

    O ateş yeniden yanar gözlerimizde.

    Şimdi hâlâ o kahvelerde buluşuruz,

    Eskileri ararız çayın dumanında,

    Yeniden çocuk oluruz her hatırada.

    Balat’ta kalan sesler gibi

    Sokaklara karışır gülüşlerimiz.

    Biliriz ki,

    Bazı dostluklar,

    Zamana değil,

    Kalbe yazılır.

    Ve biz hâlâ,

    Bir gün eksilmeden buluşmanın

    Dualarını taşırız içimizde,

    Bir dost elinin sıcaklığında

    Bütün geçmişi yeniden yaşar,

    Gözlerimizin derinliğinde

    O kayıp çocukları buluruz.

    Çünkü dostluk,

    Bir kez düştü mü gönül tahtına,

    Ne zaman söker, ne fırtına,

    Ancak hayatın son durağı,

    Çözer, o kördüğüm bağı.

  • Birlikte

    İzin verin, birlikte yürüyelim.
    Kirli, çamurlu yollarda,
    Soğuk, rüzgarlı havalarda,
    Birbirimize; çelme takmadan,
    İtip, kakmadan.
    Kurda, çakala, sırtlana,
    Hiç bir neferimizi kaptırmadan,
    Isırtmadan,
    Kol kola,
    Birlikte yürüyelim.

    İzin verin, birlikte koşalım.
    Birbirine çarparken kollarımız,
    Karışsın alın terlerimiz, emeklerimiz.
    Suya hasret dudaklarımızla,
    Tebessümleri uçururken,
    Birlikte koşalım.

    İzin verin, birlikte gülelim.
    Bayramları, düğünleri, halayları,
    Coşkuyla yapalım.
    Kahkahaları, gülüşleri,
    Dipsiz kuyulardan gelir gibi,
    Derinden candan, öylesine içten
    Atalım,
    Birlikte gülelim.

    İzin verin, birlikte ağlayalım.
    Omuzlarımızı ayırmadan,
    Her yaslandığımızda, benim diyerek;
    Derdi, tasayı, üzüntüyü ayrıştırmadan,
    Bizim diyerek;
    Tüm insanlığımızla göz yaşı döküp,
    Birlikte ağlayalım.

    Tek yürek!
    Tek nefes!
    Tek vücut!
    Hep birlikte, biz olalım.

  • Bu Şehir

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Sabahın erkeni, henüz karanlığın
    Ağır ağır bastığı zamanda,
    Sokak lambalarının yanmadığı
    Zifiri karanlıkta,
    Hafif yağmurlu, çok da üşütmeyen
    Bir havada,
    Kendimi saldım sokaklara.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Üzerimde babamın verdiği,
    Çok da hoşuma giden
    Siyah yağmurlukla,
    Adımlarım hızlı hızlı kaldırımları.
    Dalarken bazen düşüncelerime,
    Ağır, ağır ve kararlı,
    Geçerken bir bir önünden,
    Dükkanların hepsi kapalı.
    Yabancıymış gibi selamlayıp,
    Gülüyorum, camlardan yansıyan kendime.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Biraz ilerde, benden çok daha önce,
    Uyanıp ta un çuvallarını taşıyan,
    Fırının kaçak çalışanları.
    Siyahın içinde parlıyor,
    Üzerlerinde un beyazı,
    Benim üzerimde siyah yağmurluk.
    Rahmet, ufaktan ufaktan ıslaklık üzerimde.
    Unun beyazı, ufaktan ufaktan kırağı sanki,
    İşçilerin bedeninde,
    Üşütmeyen, titretmeyen sokağın beşiğinde.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Kafamda bin bir tilkinin kuyrukları,
    Her bir taşı,
    Üzerine basılmış kör aşık hayatı.
    Çıkarken;
    İnce ince işlenmiş,
    Bir ters, bir düz,
    Yokuşları.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Atarken;
    Eskimiş gömleğimi,
    Sökük düğmeleriyle üzerimden,
    Soğuklara arkadaş,
    Omuzları geniş, beli dar yağmurlukla;
    Çoraplı sıkan,

    Çıplakken içi kadar özgür ayakkabımla,
    Adımlarımı.

    Bu şehir bana iyi geliyor.
    Gezerken;
    Bir uçtan bir uca,
    Balat’tan Galata’ya,
    Yosmanın çığlığı, ayyaşın narası,
    Raks ediyor; vapurlar, dalgalar, martılar,
    Tambur, ud, keman, karışık meze kulaklarıma.
    Eksik olan ney,
    Kimse bilmez, ruha üflenmiştir nefesi;
    Sahibi tek, yeryüzü halifesi,
    Her bir melodisi Adem’in sesi;
    Bulmak için arşınlarım,
    Terli terli,
    Asude sokakları…

  • Işık

    Işık hiç aydınlatmadı,
    Ne dünyayı, ne de hayatları.
    Olsaydı biraz,
    Ufak bir parçası
    Bunca karanlık, bunca siyahlık,
    Yaşamazdı, yaşanmazdı
    Yaşatılmazdı…

    Aldatmasın,
    Ne güneşin parlaklığı,
    Ne Ayın ziyası.
    Işık hiç aydınlatmadı,
    Ne aklı, ne de vicdanı,
    Olsaydı biraz,
    Ufak bir parçası,
    Bunca haksızlık, bunca ahlaksızlık,
    Yaşamazdı, yaşanmazdı,
    Yaşatılmazdı…

    Aldatmasın,
    Ne güneşin doğması,
    Ne ayın yansıması.
    Işık hiç aydınlatmadı,
    Sadece ve sadece,
    Görülmesini, görmemizi
    Sağladı.

    Işık aydınlatsaydı,
    Kararmış vicdanları, akılları,
    Siyah mı kalırdı,
    Dünyadan koparılan
    Hayatların karşılığı?

  • Buz Mavisi Gözlü Oğlum

    Canım oğlum,

    O güzel gözlerin…

    Bir bahar sabahı kadar güzel,

    Bir kış gecesi kadar derin.

    Her tonu sende mavinin,

    Gökyüzünün ve denizin.

    Senin bakışların zamanın sertliğini yumuşatıyor.

    Söküp atıyor tüm bilinmezlikleri.

    O kadar temiz ki gözlerin,

    İçinde kayboluyorum.

    Her kaybolduğumda,

    Seni biraz daha buluyorum.

    Uyurken nefesini izliyorum.

    O küçücük göğsün usulca inip kalkıyor.

    Bir tüy kadar hafif,

    Ama dünyayı değiştirecek kadar güçlü.

    Korkularımı senin için bırakıyorum,

    Gece boyunca düşlerini bekliyorum.

    Büyüyeceksin.

    Zamanla ellerin benden uzaklaşacak,

    Ama gözlerin hep mavi kalacak.

    Bir gün, uzaklara gideceksin.

    O zaman bil ki, kalbim hep seninle atacak.

    Adını koyarken kucağımda,

    İlahi bir sevgi vardı,

    Bana bir umuttu küçük ellerin,

    Bir ilahi dayanaktı.

    Hatırla oğlum,

    Hani seninle gezdiğimiz,

    Ellerimizin kenetlendiği,

    İçimizdeki kopmaz bağın atıldığı,

    O dar sokaklar…

    O sokaklardaki kaldırım taşları,

    Hatıralarla dolu, hem de dopdolu…

    Sen bana bir anlık mesafedesin,

    Bense -sen-im.

    Gören gözün, atan yüreğinim.

    Nefes alırken bile,

    Nefes alan sensin,

    Çarpan yüreğin benim.

    Ve ben,

    Her adımında seni takip edeceğim.

    Rüzgârın kokunu savurduğu yerlerde,

    Dağların zirvelerinde,

    Denize açılan ufukta…

    Hangi yola gidersen git,

    Ben seni o mavide bulacağım.

    Çünkü gözlerin,

    Bir ömür sığmayacak kadar derin.

    Bir babanın seveceği kadar büyük.

    Ellerin küçücük ama geleceğin büyük.

    Sen yürürken arkandan dua ediyorum.

    Rüzgârı yanına, ışığı yoluna katıyorum,

    Her an, her zaman.

    Ve ne zaman gökyüzüne baksam,

    Bil ki; sesin, nefesin, sevgilerin

    Hep benimle.

    Oğlum!

    Buz mavisi gözlü,

    Şefkatli, masum oğlum…

  • Şu Dünyada

    Herkesin, bir gemisi var şu Dünyada.
    Kimisi hayallerini,
    Kimisi hüzünlerini,
    Yüklemiş anılarına.
    Yüreğinde taşıdıkları,
    Kimisinin sevinci,
    Kimisinin korkuları kadar.
    Çabası, gayreti;
    Fırtınalarda, kasırgalarda,
    Sağlı sollu vuran,
    Azgın dalgalarda,
    Batırmadan o gemiyi,
    Varabilmek, bağlanabilmek,
    O son limana,
    Huzurla, mutlulukla.

    Herkesin, bir kalemi var şu Dünyada.
    Kimisi renkli,
    Kimisi siyah beyaz,
    Yazıyor durmadan kendisini.
    İster, hece hece oku,
    İster, çizerek üstünü altını.
    Çabası, gayreti;
    Silinmeden yazdıkları,
    Tükenmeden çizgileri,
    Virgülüne, ünlemine,
    Ama baştan savma,
    Ama dikkat ederek,
    O son noktayı koyabilmek,
    Kırılmadan kalemi.

    Herkesin, bir nefesi var şu Dünyada.
    Her cana, sayılıdır nefes.
    Kimin, kaç kez alacağını,
    Bu Dünyada kimse bilemez.
    Bu Dünyanın,
    Varı yoğu,
    Azı çoğu,
    Peşi sıra koşturur,
    İnsanı nefsi.
    Misafirlik baki değil,
    İki nefes arası,
    Kısa bir heves.
    Kalp kırmaya,
    Kul hakkı yemeye,
    Bed söz söylemeye,
    Bu Dünya değmez.

    Herkesin, bir hayatı var şu Dünyada.
    Hayat ders verir,
    İnsan ders alır.
    Bilir ki, hayat kısadır.
    Bütün hatalar için yok zaman,
    Başkalarının yaşadıklarından,
    Biriktirir fazladan,
    Bilir ki, yaşanacak can solmadan,
    Gelmeden başa,
    Hazır olmalı bir başına,
    Çaresizce kalmadan,
    Tüm yaşanmışlıkları,
    Biriktirmeli insan.

    Herkesin, bir kavgası var şu Dünyada.
    Kimisi, emeklerinin teriyle,
    Kimisi, düşüncelerinin erdemiyle,
    İnanmışlığın onurlu, dik duruşuyla,
    Vardır bu hayatta.
    Kazanmak ya da kaybetmek,
    Yok bu sınavda.

    Herkesin, bir çiçeği var şu Dünyada.
    Ya, koklar her gün,
    Nazarlardan saklar,
    Ya da, bilmez kadir kıymet,
    Koparır atar.
    Bilse kokusunu,
    Bırakmaz, her gün sular.
    Olursa, güzellikten, sevgiden bihaber,
    Nasipsiz, kısmetsiz,
    Boşlukta yaşar.

    Herkesin, bir sözü var şu Dünyada,
    Ya, sessiz sessiz anlatır,
    Ya da, çığlık çığlığa bağırır.
    Kimisi bakışlarıyla,
    Kimisi tavırlarıyla,
    Ya, hece hece yaşatır,
    Ya da, gemi azıya alır.
    Hiçbiri devam etmez,
    Son nokta, son nefese kalır.

  • Kaç Zaman Oldu

    Kaç zaman oldu; arka sokaklardan geçmeyeli,
    Teyzelerin, amcaların kapısını çalmayalı,
    Eski arkadaşların ellerini sıkmayalı,
    Çukurçeşme’nin suyundan kana kana içmeyeli,
    Bostandan yokuş aşağı koşmayalı.

    Kaç zaman oldu; penceremden bakıp da
    Gelip geçen tanıdıklara, komşulara,
    Yağmura, kara, rüzgara, kuşlara,
    El sallamayalı.

    Kaç zaman oldu; her hafta planlayıp da
    Anneye, babaya, kardeşlere uğramayalı.
    Yine hep beraber eşlerle, çocuklarla, yeğenlerle,
    Bir akşam vakti maaile,
    Masa etrafında toplanmayalı.

    Kaç zaman oldu; mahalleden, okuldan,
    Anıp da eski dostları,
    Sözler verip buluşmayalı.
    Hep bir mani, bir iş vardı.
    Olsundu, bir şey olmazdı.
    Ne de olsa eski arkadaşlardı.

    Kaç zaman oldu; düğünlerde, bayramlarda,
    Hep birlikte halaylarda, horonlarda,
    Omuz omuza, yan yana oynamayalı.
    Tanıdık, tanımadık gençlerin, çocukların,
    Saçlarını dağıtıp da, yanaklarını sıkmayalı.

    Kaç zaman oldu; Beşiktaş’tan Beyazıt’a,
    Yolları, yokuşları arşınlamayalı.
    Sahaflarda bir baştan bir başa dolaşıp da,
    O tarih kokan kitaplarda kaybolmayalı.

    Kaç zaman oldu;
    O eski anıları arkamda bırakalı.
    O özlenesi yaşanmışlıkları,
    O can dostların son yolculukları,
    Siyah beyaz albümlere bakmayalı.

  • Toprak

    Toprak,
    Hiç küsmez insana.
    Ne varsa içinde, verir.
    Yoktur bir isteği, karşılığı,
    Ne ekilirse bağrına,
    Ne karılmışsa emekle, terle,
    Olduğu gibi verir insana, olduğu gibi.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç kırılmaz insana.
    Yağmurda, karda, çamurda,
    Varsa üstünde birikmiş suyla,
    Arkasında olmayan sırla,
    Olduğu gibi yansıtır insana, olduğu gibi.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç darılmaz insana.
    Parayı put yapmış doyumsuzlarca,
    Bırakılsa da ilgisiz, kullanılsa da hoyratça,
    Sürekli kirletilse de ahlaksızca,
    Varsa son bir gücü,
    Karşılıksız verir insana, karşılıksız verir.
    Ne bir eksik, ne bir fazla.

    Toprak,
    Hiç vazgeçmez insandan.
    Nasıl ki vazgeçmezse anne yavrusundan,
    İlahi takdirle çıkmışsa bağrından,
    Elbette, O’na dönecektir insan,
    Dönecektir elbette, sonunda.
    Ne bir saniye geç, ne bir saniye erken.
    İşte o an, anlamsızdır zaman,
    Hükümsüzdür insan.

    Toprak,

    Bir Dünya idi.
    Tıpkı, bizden öncekiler gibi.
    Ekilip gidilecek,
    Var yok sofrasında,
    Üzeri örtülecek,
    Hay huy kavgasında,
    Silinip gidecek,
    Elbet bir gün,
    Mizanı görülecek,
    Bedenlerin döşeği idi.